1. Gün – JFK’den Manhattan’a İlk Adım
New York’a inişimizle birlikte bizi ilk karşılayan şey yoğun kalabalıktı. JFK Havalimanı, beklediğimden de kaotikti. Pasaport kontrolünde yaklaşık iki saat sıra bekledik. Görevli sayısı oldukça azdı, ama tam sinirlenmeye başlamıştım ki polis memurunun güler yüzlü tavrı ve doğum günümü kutlaması bana moral verdi. Küçük bir jestti ama yol yorgunluğunu hafifletti.
Kontrolden geçtikten sonra metroya yöneldik. Jamaica Station’dan haftalık metro kartımızı alıp Manhattan’a geçtik. Şehre metro ile girmek bana “Coming to America” filmindeki Eddie Murphy’nin New York’a ilk adımlarını anımsattı. Bizim de şehre girişimiz biraz o heyecanla oldu.
2. Gün – Katz Deli ve Bronx Macerası
3. Gün – Brooklyn’den Manhattan’a, Şehrin Kamusal Alanları
Kahvaltımızdan sonra DUMBO’ya yürüdük. Köprünün altındaki o meşhur sokakta fotoğraf çektik. Burası, “Once Upon a Time in America” filminde açılış sahnesinde gördüğüm köprü manzarasını hatırlattı.
Brooklyn Bridge’den yürüyerek Manhattan’a geçtik. Bu tarihi köprü “I Am Legend” filminde boşaltılmış haliyle aklımda yer etmişti. Bizim geçtiğimiz gün ise kalabalık ve hayat doluydu.
Chelsea Market’e uğradığımızda, içerideki atmosfer bana “Julie & Julia” filmindeki New York yemek sahnelerini anımsattı. Ardından High Line’a çıktık. Burada yürürken, “Gossip Girl” dizisinin pek çok bölümünde geçen o yüksek hat boyunca ilerlemek ayrı bir keyifti.
Magnolia Bakery’de muzlu puding yediğimizde ise aklıma hemen “Sex and the City” geldi. Carrie ve arkadaşlarının tatlı kaçamak yaptığı yer işte burasıydı.
Bryant Park’ta oturduğumuzda ise sahne değişti. Etrafımdaki sandalyeler, masalar ve hareketli şehir akışıyla kendimi “The Adjustment Bureau” filminde, Matt Damon’ın parkta konuştuğu sahnede hissettim.
New York Halk Kütüphanesi’nde günü noktalarken, “Ghostbusters” filmindeki açılış sahnesi geldi aklıma. O büyük merdivenlerden çıkarken sanki birazdan hayaletler çıkacakmış gibi hissettiriyor.
4. Gün – Central Park Bisiklet Turu ve 5. Cadde
Central Park’ta bisiklet sürmek tam bir film sahnesiydi. “Home Alone 2: Lost in New York” filminde Kevin’in parkta kayboluşunu anımsadım pedal çevirirken. İki saat boyunca göl kenarında, ağaçların altında şehri unuttuk.
Apple Store’a uğradığımızda cam küpün içinden aşağı inmek, bana “The Devil Wears Prada” filmindeki 5. Cadde sahnelerini hatırlattı. 5. Cadde boyunca yürürken lüks mağazalar arasındaki koşuşturmaca da aynı filmin kareleri gibiydi.
Rockefeller Center’da ise Noel döneminde gördüğümüz sahneler aklıma geldi: özellikle “Elf” filminde buz pateni sahnesi.
Akşam Times Square’e vardığımızda kendimi tamamen bir film setinde hissettim. “Birdman”in tek plan çekimleri, “Vanilla Sky”daki boş meydan sahnesi ve tabii ki “Spider-Man” filmlerindeki ışıklı panolar… Hepsi burada canlanıyordu.
5. Gün – Kültürel Yolculuk ve Zirve
Little Italy’de yürürken “The Godfather” sahnelerini hatırlamamak imkânsızdı. O dar sokaklarda İtalyan kültürünün kokusunu almak, sinema tarihine dokunmak gibiydi. Chinatown ise “Rush Hour” filminden fırlamış gibiydi; hareketli ve rengârenk.
Flatiron Binası’nı görünce “Spider-Man”in Daily Bugle gazetesi aklıma geldi. Gerçekten o üçgen yapının önünde durmak bir film sahnesinin içine girmek gibiydi.
Roosevelt Adası teleferiği ise “Spider-Man” (2002) filminde Mary Jane’in rehin alındığı sahneyi anımsattı. O manzarayı izlerken aynı heyecanı hissettim.
Empire State’e çıktığımızda, “King Kong”un zirvede geçen sahneleri gözümde canlandı. Orada rüzgârı hissederken kendimi o dev gorilin yanında hayal ettim.
Son olarak Summit One Vanderbilt’e çıktık. Burası o kadar futuristik bir mekân ki, “Doctor Strange” filmindeki ayna boyut sahnelerine benziyordu. Cam zeminde şehrin altımızdan akıp gitmesi gerçekten başka bir evren gibiydi.
Böylece New York günlüğüm, aynı zamanda sinema yolculuğuna da dönüştü. Şehrin her köşesi zaten bir film sahnesi gibi. Belki de New York’un büyüsü biraz da bundan geliyor: daha önce defalarca ekranda gördüğün sahnelerin bir anda tam ortasında buluyorsun kendini.
New York’ta geçen filmler o kadar çok ki, şehirde gezerken kendini asla yabancı hissetmiyorsun. Daha önce hiç adım atmamış olsan bile binalara, köprülere, meydanlara baktığında “buraları biliyorum” diyorsun. Sanki zihninde yıllardır gördüğün karelerin içine adım atıyorsun.
Bu yüzden New York, garip bir şekilde sana tanıdık geliyor. Bryant Park’ta kahve içerken, Times Square’de ışıkların altında yürürken ya da Brooklyn Köprüsü’nde adım adım ilerlerken… Hep aynı his: “Ben burayı daha önce yaşadım.”
Şehrin büyüsü belki de tam burada gizli. Hiçbir yer sana yabancı değil. Adeta filmlerden taşan bir gerçeklik duygusu var. O yüzden, New York’ta dolaşırken kendimi turist gibi değil, sanki uzun zamandır burada yaşayan biri gibi hissettim.
Aşağıya New York için hazırladığım googlemaps listelerimi ekliyorum: