Stephen King'in 'If It Bleeds' kıtabında yer alan kısa bir öyküden uyarlanan The Life of Chuck, 39 yaşında sıradan bir muhasebeci olan Charles Krantz (Chuck)'ın hayatını geriye doğru 3 bölüm halinde anlatıyor. Bıraktığı tat ile Big Fish filmini hatırlatıyor. Tim Burton'ın filminde masalın büyüsü var iken bu filmde geri sayımın melankolisi var. Ancak her iki film de "bir insanın ölümü, aslında bütün bir evrenin ölümü" fikrinde birleşiyor.
Filmin ilk bölümü, dünyadaki düzenin yavaş yavaş çökmeye başlamasıyla açılıyor: internetin çöküşü, elektriklerin kesilişi, doğal felaketler.. Bu kaosun ortasında, insanların karşısına her yerde beliren "39 harika yıl için, Teşekkürler Chuck" yazılı billboardlar ve reklamlar çıkıyor. Buraya kadar bir bilimkurgu filmi bizi bekliyor desek de aslında olan bir ölüm. Chuck'ın (Tom Hiddleston) 39 yıllık hayatı sona ererken tüm kozmoz da sona eriyormuş gibi sunuluyor. Bu, bireyin ölümüyle bir evrenin de yok oluşunu eşitleyen bir perspektifin sinemasal karşılığı. Big Fish filminde de Edward Bloom'un ölümü yalnızca bir bireyin değil, onun yarattığı bütün masalsı evrenin de sonuydu. Her iki filmde de ölüm, biyolojik bir sona işaret etmekten çok, bir yaşanmışlığın, bir zihin aleminin, bir belleğin çöküşü olarak konumlanıyor diyebiliriz.
Üçüncü ve son bölümde ise Chuck'ın çocukluğuna gidiyoruz (ki çocukluğa gidiş Big Fish filminde de vardı). Ebeveynlerinden ayrı olan Chuck'ı, kendisine matematiği öğreten büyükbabası (Mark Hamill) ve kendisine dans etmeyi öğreten büyükannesi yetiştiriyor. Chuck'ın kaderini şekillendiren kayıpların ve travmaların anlatıldığı bu bölüm ile finale gidiliyor. Ancak filmin kapanışı duygusal bir final gibi dursa da ani ve tatmin etmeyen bir bitiş izlenimi de veriyor. Hızlıca dürülüp paketlenmiş ve servis edilmiş gibi. Oysa Big Fish filminde net ve duygusal bir kapanış vardı.
Oyuncu kadrosu filmin güçlü yanlarından biri. Chiwetel Ejiofor, ilk bölümdeki melankolik öğretmen rolünü iyi oynuyor. Oynadığı karakteri Marty'nin şaşkınlığını, çaresizliğini ve korkusunu ayrıldığı eşi olan Felicia (Karen Gillan)'a iyi şekilde aktarıyor. Filmin ikinci bölümünde ortaya çıkan ana karakterimiz Chuck'ı canlandıran Tom Hiddleston ise filmin kalbindeki dans sahnesiyle, sınırlı olan rolüne ve ekran süresine rağmen filme kapak olacak bir performans sergiliyor. Star Wars'tan sevdiğimiz Mark Hamill ise üçüncü bölümde bilge ve asi bir dede rolünün hakkında iyi geliyor.
Estetik açıdan film, bilimkurgu ve fantezi öğeleri barındırsa da aslında türler arasında gezinerek kendine özgü bir kimlik kuruyor. Kimileri için bu türler arası geçiş, duygular arası geçişe kolaylık sağlasa da; kimileri için de dağınık bir seyir keyfi sunuyor olabilir.
The Life of Chuck, seyirciyi bölen filmlerden biri olacaktır. Bazısı tarafından, hayatın değerini anlatan güçlü bir hatırlatma olarak sevilecek; bazısı tarafından ise boş bir duygusallık yaftası vurulup es geçilecek.
Yönetmen Mike Flanagan'ın önceki filmleri korku türü ağırlıklı iken, bu filmde daha kişisel ve daha şiirsel bir anlatı sunmuş. Bu da onun 'istesem farklı işler de çıkarabilirim' deme şekli olsun. Ancak filmin sonu kısmında yaptığı acelecilik belki de onu bir oscar heykelciğinden edecek. Heykelciğe ulaşması zor görünse de En İyi Film dalında aday olacağına kesin gözüyle bakıyorum şimdiden. Önümüzde daha Ekim Kasım ayları duruyor iken peşin konuşmak gibi olacak ama hadi bakalım. Yine Uyarlama Senaryo dalında ve En İyi Kurgu dallarında adaylıkları olacaktır. Ve belki bir de Yardımcı Erkek Oyuncu kategorisinden, Mark Hamill'in iyi oyunculuğu hatrına.