Ulus-Devletin Haklı Ferdi, Mağdurun Ulus-Devlete Entegrasyonu
Aslında öfkeli kalabalıklar da aynı dertten muzdariptir. Kapitalist sistemin çarkları arasında her gün biraz daha ezdiği, güçsüzleştirilmiş, kendi potansiyellerini gerçekleştirme olanağı bulamayan bu genellikle alt-orta sınıfa mensup “ya sev ya terk et” ci güruh da ortak bir kolektif bilinçte eriyerek kendilerini güçlü hissetmek istemektedirler. Zamanında bir siyaset bilimi dersindeki sevgili hocamın da belirttiği gibi bu kolektif bilinç mecraları ya maçlardır, ya şehit cenazeleri, ya da “Türk milletini ve devletinin bütünlüğünü savunma” mitingleridir. Devleti ve milleti kimden korurlar ve korudukları şey ne menem bir şeydir, onlar da bilmezler. Bilmeleri de gerekmez zaten. Onlar Türk ulus-devletinin “haklı” fertleridirler ve zamanı geldiğinde vatanı dâhili bedhahlara karşı savunmak için hazır beklemektedirler. Ulus-devletin onları konumlandırdığı yer budur ve onlar da üzerlerine düşen görevi yapmaktadırlar kendilerinin de birer mağdur olduğundan bihaber.
Peki kimdir bu ulus-devlet ve niye bu kadar önemlidir? Burada tabii ki ulus-devletin inşa sürecinden uzun uzun bahsetmeyeceğim. Ama meramımı anlatabilmek için Türkiye’de ulus-devletin kurulmasıyla ülkenin doğusuna uzanan modernleştirici Kemalist ellerden bahsetmem gerek sanırım. Burada Michel Foucault’nun iktidar üzerine söyledikleri, yazdıkları çok büyük önem arz ediyor. Foucault iktidarı kılcal damarlara benzetir, hayatın her alanına yayılmıştır iktidar. Tepedekilerin bilinçli bir tercihle sopasını indirerek uygulamasından ziyade her bir bireyin fikriyat ve eylemleriyle her gün yeniden güçlenir ve kendini yeniden üretir. Foucault merkezi iktidar ve gözetleme kavramını ise Jeremy Bentham’ın hapishane projesi için tasarladığı mimari bir betimlemeyi ödünç alarak daha anlaşılır kılmıştır. Panoptikon adı verilen bu gözetleme aygıtına göre sekizgen biçimde bölmelerden oluşan binanın tam ortasında bir gözetleme kulesi vardır. Kuleden bütün hücreler görülmekte ama hücrelerden kuledekiler görülmemektedir. Yani gözetlenenler, ne birbirleriyle ne de merkezle diyalog halindedir. Amaç, mahkumlarin kulede kimse olmasa bile her zaman izlendiklerini düşünmeleridir. İzlenmese bile izlendiğini düşünen birey kendi kendine bir oto kontrol mekanizmasi geliştirir ve kendini denetlemeye başlar. Foucault modern gücün bünyelere böyle sirayet ettiğini ve kendini her gün yeniden böyle ürettiğini düşünmektedir. Bugün bazı kentlerde her adımımızı takip etmek üzere her köşe başına yerleştirilmiş kameralar da Foucault’nun panoptikon benzetmesine bir örnektir. İktidarı yeniden üretme ve güçlendirme mekanizmalarının başında da okullar, hastanaler ve hapishaneler gelir. Çünkü bu kurumlar insanları belli biçimlerde disipline ederek istenilen bireyi yaratma işlevini görür. Yani çağımızın iktidarı artık fiziksel şiddet ve baskıdan bireysel olarak her gün yeniden üretilen bir güce evrilmiştir ve bu, insanı hayatı boyunca aileden okula oradan fabrikaya, bazen hapishaneye ve sık sık hastaneye, kimi durumlarda da akıl hastanesine kadar takip eder. İşte filmi bu eksende okursak aslında bir çok sorunun cevabını da bulmuş oluruz.
Dil insanın dünyayı algılaşıyışında çok önemli bir etkendir, zira insan dünyayı kendi konuştuğu dilin çerçevesinde görür ve algılar. Ama aynı şekilde bireyin konuştuğu ve içinde düşündüğü dil de o verili gerçekliğin bir parçası ve ürünüdür zaten. Ve bu gerçeklik iktidar ilişkilerini içinde barındırıyorsa eğer, dil de bu iktidardan kaçamaz. Resmi dilde eğitimin zorunlu kılınması işte bu anlamda ulus-devletin iktidarının pekişmesine yardımcı olmaktadır.
Modern Türkiye’nin kurulmasıyla birlikte Osmanlı Devleti’nin pek de müdahele etmediği Kürtlerin yaşantısı birden değişmiştir. Çünkü modern ulus-devlet için merkezi iktidar önemlidir ve bunu sağlamanın yolları da bazı pratiklerden geçer.Yaşadıkları topraklarda istedikleri gibi hayatlarını sürdüren Kürtler yeni Türkiye için bir tehdit teşkil etmeye başlamıştır. Ve bu tehdidi bertaraf etmenin yolu da Kürtleri her açıdan yeni ulus-devlete entegre etmekten geçmektedir. Bunun başlıca yolu da ilkokuldan itibaren zorunlu Türkçe eğitimdir. Modern Türkiye’nin resmi dili Türkçe’yse Kürtler de bu dilde eğitim görmek zorundadırlar. İşte anadilleri Kürtçe olan ve okula başladıklarında tek kelime Türkçe bilmeyen bu Kürt çocuklarını bu sınıfta oturtup tek kelime Kürtçe bilmeyen Emre hocanın yüzüne çaresizce baktırııp “ne diyor bu adam acaba?” dedirten zihniyet böyle bir tarihten süzülüp gelmiştir bugünlere. Bu zihniyetin nasıl güçlü bir şekilde benimsenip yeniden üretildiğine örnekse Zülküf’ün babasının bir anekdotunda yeniden karşımıza çıkar. Evlerinde misafir ettikleri Emre öğretmene zamanında bulunduğu iş başvurusundan bahseder Zülküf’ün babası. İş başvuru formunda bildiği yabancı diller sorulmaktadır. Bu diller arasında Türkçe’yi de yazan babaya bakıp dalga geçercesine güler karşısındaki kadın. Baba ise buna bir anlam verememiştir: “Ben türkçeyi 15 yıl sonra öğrenmişim bu şimdi yabancı dil değil mi?” der şaşkınlık içerisinde.
Velhâsıl kelam “Bu Kürtler neden illa anadilde eğitim diye tutturuyorlar?” sorusuna çok zarif bir cevap veriyor belge niteliğindeki bu film. Filmin baş karakterleri olarak da Kürt çocukları ile bir Türk öğretmenini koyarak onların sıkışıp kaldıkları Türkçe-Kürtçe paradoksunu gözler önüne seriyor; sanki Kürt insanıyla Türk devletini aynı karede buluşturup çözümsüzlüğün kimi omuzlarda nasıl ağır bir yük oluşturduğunu sembolize ediyor. Birinci sınıf öğrencisi Zülküf’le Emre öğretmenin anlaşabilmek için harcadıkları insanüstü çaba ise aslında çok şeyler anlatıyor ısrarla anlamak istemeyenlere.
Devletin kendine yüklediği uygarlaştırma görevini yerine getirmeye çalışıyor Emre öğretmen sabırla, ama sonra bavulunu toplayıp geri dönüyor memleketine(ulus-devlet projesinin dğer yüzlerce neferi gibi) ve öğretmenlerini yollayan çocukların köylerinin serin suyuna kendilerini atışlarını görüyoruz… Sözlere gerek kalmıyor. Hatta bu filmi izledikten sonra ne yazsanız ajitasyon gibi geliyor insana. Bu anlamda bu yazı aslında tek bir cümleden de oluşabilirdi: “Bu belgesel-filmi muhakkak izleyin.” Sonra bu yazıyı okumasanız da olur. Ben yazmış bulundum artık, kusuruma bakmazsınız..
Peki kimdir bu ulus-devlet ve niye bu kadar önemlidir? Burada tabii ki ulus-devletin inşa sürecinden uzun uzun bahsetmeyeceğim. Ama meramımı anlatabilmek için Türkiye’de ulus-devletin kurulmasıyla ülkenin doğusuna uzanan modernleştirici Kemalist ellerden bahsetmem gerek sanırım. Burada Michel Foucault’nun iktidar üzerine söyledikleri, yazdıkları çok büyük önem arz ediyor. Foucault iktidarı kılcal damarlara benzetir, hayatın her alanına yayılmıştır iktidar. Tepedekilerin bilinçli bir tercihle sopasını indirerek uygulamasından ziyade her bir bireyin fikriyat ve eylemleriyle her gün yeniden güçlenir ve kendini yeniden üretir. Foucault merkezi iktidar ve gözetleme kavramını ise Jeremy Bentham’ın hapishane projesi için tasarladığı mimari bir betimlemeyi ödünç alarak daha anlaşılır kılmıştır. Panoptikon adı verilen bu gözetleme aygıtına göre sekizgen biçimde bölmelerden oluşan binanın tam ortasında bir gözetleme kulesi vardır. Kuleden bütün hücreler görülmekte ama hücrelerden kuledekiler görülmemektedir. Yani gözetlenenler, ne birbirleriyle ne de merkezle diyalog halindedir. Amaç, mahkumlarin kulede kimse olmasa bile her zaman izlendiklerini düşünmeleridir. İzlenmese bile izlendiğini düşünen birey kendi kendine bir oto kontrol mekanizmasi geliştirir ve kendini denetlemeye başlar. Foucault modern gücün bünyelere böyle sirayet ettiğini ve kendini her gün yeniden böyle ürettiğini düşünmektedir. Bugün bazı kentlerde her adımımızı takip etmek üzere her köşe başına yerleştirilmiş kameralar da Foucault’nun panoptikon benzetmesine bir örnektir. İktidarı yeniden üretme ve güçlendirme mekanizmalarının başında da okullar, hastanaler ve hapishaneler gelir. Çünkü bu kurumlar insanları belli biçimlerde disipline ederek istenilen bireyi yaratma işlevini görür. Yani çağımızın iktidarı artık fiziksel şiddet ve baskıdan bireysel olarak her gün yeniden üretilen bir güce evrilmiştir ve bu, insanı hayatı boyunca aileden okula oradan fabrikaya, bazen hapishaneye ve sık sık hastaneye, kimi durumlarda da akıl hastanesine kadar takip eder. İşte filmi bu eksende okursak aslında bir çok sorunun cevabını da bulmuş oluruz.
Dil insanın dünyayı algılaşıyışında çok önemli bir etkendir, zira insan dünyayı kendi konuştuğu dilin çerçevesinde görür ve algılar. Ama aynı şekilde bireyin konuştuğu ve içinde düşündüğü dil de o verili gerçekliğin bir parçası ve ürünüdür zaten. Ve bu gerçeklik iktidar ilişkilerini içinde barındırıyorsa eğer, dil de bu iktidardan kaçamaz. Resmi dilde eğitimin zorunlu kılınması işte bu anlamda ulus-devletin iktidarının pekişmesine yardımcı olmaktadır.
Modern Türkiye’nin kurulmasıyla birlikte Osmanlı Devleti’nin pek de müdahele etmediği Kürtlerin yaşantısı birden değişmiştir. Çünkü modern ulus-devlet için merkezi iktidar önemlidir ve bunu sağlamanın yolları da bazı pratiklerden geçer.Yaşadıkları topraklarda istedikleri gibi hayatlarını sürdüren Kürtler yeni Türkiye için bir tehdit teşkil etmeye başlamıştır. Ve bu tehdidi bertaraf etmenin yolu da Kürtleri her açıdan yeni ulus-devlete entegre etmekten geçmektedir. Bunun başlıca yolu da ilkokuldan itibaren zorunlu Türkçe eğitimdir. Modern Türkiye’nin resmi dili Türkçe’yse Kürtler de bu dilde eğitim görmek zorundadırlar. İşte anadilleri Kürtçe olan ve okula başladıklarında tek kelime Türkçe bilmeyen bu Kürt çocuklarını bu sınıfta oturtup tek kelime Kürtçe bilmeyen Emre hocanın yüzüne çaresizce baktırııp “ne diyor bu adam acaba?” dedirten zihniyet böyle bir tarihten süzülüp gelmiştir bugünlere. Bu zihniyetin nasıl güçlü bir şekilde benimsenip yeniden üretildiğine örnekse Zülküf’ün babasının bir anekdotunda yeniden karşımıza çıkar. Evlerinde misafir ettikleri Emre öğretmene zamanında bulunduğu iş başvurusundan bahseder Zülküf’ün babası. İş başvuru formunda bildiği yabancı diller sorulmaktadır. Bu diller arasında Türkçe’yi de yazan babaya bakıp dalga geçercesine güler karşısındaki kadın. Baba ise buna bir anlam verememiştir: “Ben türkçeyi 15 yıl sonra öğrenmişim bu şimdi yabancı dil değil mi?” der şaşkınlık içerisinde.
Velhâsıl kelam “Bu Kürtler neden illa anadilde eğitim diye tutturuyorlar?” sorusuna çok zarif bir cevap veriyor belge niteliğindeki bu film. Filmin baş karakterleri olarak da Kürt çocukları ile bir Türk öğretmenini koyarak onların sıkışıp kaldıkları Türkçe-Kürtçe paradoksunu gözler önüne seriyor; sanki Kürt insanıyla Türk devletini aynı karede buluşturup çözümsüzlüğün kimi omuzlarda nasıl ağır bir yük oluşturduğunu sembolize ediyor. Birinci sınıf öğrencisi Zülküf’le Emre öğretmenin anlaşabilmek için harcadıkları insanüstü çaba ise aslında çok şeyler anlatıyor ısrarla anlamak istemeyenlere.
Devletin kendine yüklediği uygarlaştırma görevini yerine getirmeye çalışıyor Emre öğretmen sabırla, ama sonra bavulunu toplayıp geri dönüyor memleketine(ulus-devlet projesinin dğer yüzlerce neferi gibi) ve öğretmenlerini yollayan çocukların köylerinin serin suyuna kendilerini atışlarını görüyoruz… Sözlere gerek kalmıyor. Hatta bu filmi izledikten sonra ne yazsanız ajitasyon gibi geliyor insana. Bu anlamda bu yazı aslında tek bir cümleden de oluşabilirdi: “Bu belgesel-filmi muhakkak izleyin.” Sonra bu yazıyı okumasanız da olur. Ben yazmış bulundum artık, kusuruma bakmazsınız..
2 serzeniş:
iyki yazdın...
gerçekten ne iyi etmişsiniz yazmakla..daha fazla kişi izlemeli bu filmi..ben de yazmıştım..
http://birdelidennagmeler.blogspot.com/2009/10/orda-bir-koy-var-uzaktaama-bizim.html
sevgiler..
Yorum Gönder