-Derdi ne ki?
-Herkesin derdi aynı
-Yani?
-Hem burada, hem de uzaklarda olmak istiyor...


"Gölgesizler kitabından çıkarılabileceğimiz filmlerden yalnızca biri bu. Kitabı okuyanlardan 1buçuk saatliğine kitabı unutup öyle izlemesini istiyorum. Çünkü ben senaryoyu yazarken öyle yaptım" Yönetmen Ümit Ünal' ın bu sözlerinden sonra başladı film. Kitabı okumamış biri olarak bu tavsiyesine uymak benim için pek de zor olmadı (ne yazık ki).

Film, kitabın kapalı tuttuklarına bağlı kalarak çekilmiş. "bak burada demek istenilen şu " gibi cevaplar isteyen ucuz izleyici görmek istememiş karşısında. Anladığınla kal, anlamadığını da düşün demeye devam etmiş kitabın yazarı Hasan Ali Toptaş' ın ardından yönetmen Ümit Ünal da. O yüzden kitapta bulamadığı cevapları filmde arayanlar pek de ümitlenmesin.

Karmaşıklıklar oldukça fazla. Ben de bunun kitabını okumakla bir nebze olsun çözülebileceğini düşünüyorum. Sonuçta ne anlatılıyorsa o satırlarda anlatılıyor. Sinema filmi gibi ekranın her köşesine dikkat etmek zorunda değilsin. -ki bu dikkatsizlik de geldi başıma. Kaç kişi tahmin edebilir ki sevişme sahnesi sırasında duvarda asılı duran bir tabloda anlık bir değişme olduğunu ve oradan bir anlam çıkarmak gerektiğini. Ortada sevişen varsa pek ala onlar izlenir ve izledim de:)

" Kar ! Neden yağar kar? "

En güzel yanı birden fazla duyguyu ardı arkasına izleyiciye yaşatıyor olması. Filmin en komik sahnelerinden sayabileceğimiz bir karenin ardından, birden hüzüne dönüşmesi ki bunun öncesinde de şaşkınlık yaşatacak bir sahnenin bulunması bu dediğimi anlatabilecek bir örnek. Lost misali hep bir merak içerisinde geçiyor zaten film. Hep others bekleniyor yaşananlardan sorumlu tutulacak. Bazen Jacop camdan çıkıyor el sallıyor, bazen de tayyi mekan yapıp etraflarda onlarcası dolanıyor.


Hiçkimse...

Hiçkimselerle dolu bir film. Herkesin tamamen yabancılaştığı, kendini bile tanımaz olduğu ya da olmak istediği cinsten bir hiçkimsecilik mevcut. Köyün kaybolan berberi, kaçırılanları, aklını yitirenleri, sesli düşünerek ve tekrarlayarak anlamaya çalışan muhtarı, köyün bekçisi, onca karısı ve bir avlu dolusu çocuklu yiğidi, o yiğit kadar ün yapmış askerlere gerek analık gerekse kadınlık yapmış fahişesi hep hiçkimselere oynamıştır. Fahişeye, gazilere yaptığı kadınlık görevinden ötürü devletin ödül verildiği, yine o fahişeyle seviştiği sırada kaskatı kesildikten sonra ölen yiğide Gazi unvanı verildiği de söylentiler arasında. Ama ne bunları gören ne de ardakalan onca çocuktan haberi olan birileri yoktur.

Değinmek istemiyor ya da değinecek bir şey bulamıyorum, bilmiyorum. Ama mutlaka izlenmesi gereken film tavsiyeleri kısmına ekliyorum. Sinemalarda gösterime girmişti ama tamamen kalktı sanırım. Beklenen ilgiyi sinemada görmedeğini de festivaldeki kalabalığa şaşkınlıkla bakan yönetmenin şu ifadesinden anlayabilirdik : "Sinemada gösterilirken neredeydiniz !"


---- Film Sonrası ----

Yönetmen Ümit Ünal, filmin sonrasında sahneye çıkarak izleyicilerin sorularını cevapladı. Hz.Ali portresinin önünde sevişme sahnesinin ne denli gösterilmesi gerektiğini sordu. "Az gösterilse ve geçilse olmaz mıydı?" sorusuna yönetmen "kitapta değinildiği kadarıyla değindim ki bunun üzerinde bir hayli duruluyordu" şeklinde yanıtladı.

Meraklı
- Kitabı düşündüğünüz şekilde uyarladığınıza inanıyor musunuz?
Yönetmen - Hasan Ali' nin Gölgesizler kitabı dili yoğun kullanarak yazılmış bir kitap. Uyarlamakta zorlanacağımı düşündümi, hatta bir ara vaz da geçtim. O kadar karmaşık bir kitap ki içerisinden alacağınız fikirler oldukça farklılaşabilir. Ben biraz daha siyasi bakmak istedim.

Meraklı - İlk yapımcılığınız da bu zorlukta bir kitabı filmi çekmeye yeltenmek zor olmadı mı sizin için?
Hakan Karahan (filmin hem yapımcısı hem de oyuncusu) - Hayır. Belki de henüz kendi senaryomu yazmadığımdan uyarlama bir senaryonun zorluğunu kavrayamamış olmamdan. Ama daha zor kitap getirin, onu da seveyim, onun da filmini yaparım. ( bu hoşuma gitti:)

Kendisine sorduğum yegane soru karşılığında ise "Ara" filminin dvd'sinin yakında çıkacağını öğrendim, onu da paylaşmadan geçmeyeyim.

Filmin Yönetmeni : Ümit Ünal
Senaryo : Hasan Ali Toptaş (roman), Ümit Ünal
Oyuncular : Altan Erkekli, Taner Birsel, Selçuk Yöntem, Hakan Karahan, Selda Özer, Ahmet Mümtaz Taylan, Ertan Saban

# Diğer Festival Günlükleri #

Geçen sene festivalin en sevdiğim bölümü 'Amerikan Bağımsızları' idi. Bu sene bölüm kapatılmış ve hüsrana uğratılmıştım. Arkadaşın az biraz zorlaması ile Kanada yapımı bu Control Alt Delete filmine biletimizi aldık. Yer Atlas sineması: İlk kez giriyorum. Etrafı etraflıca süzüyorum. Ve geniş beyaz perdesi, locaları, hakiki balkonu, stad düzeni koltuk yerleşimi ile 10 üzerinden 8 puanımı veriyorum.. Ardından yerimi alarak önüme, sağıma, soluma, arkama geçip oturacak insanları bekliyorum. Önümüzde 7 kişilik bir kız grubu, (İşte bu beni baya bi rahatlatıyor. :)Sağımda bir çift, ( Bu da geriyor be beni :( Solumda 2 kadim arkadaşım, Arkamda 2lik boşluk ile yerimizi ciddi şekilde alıyoruz. Ve film:


'Herkesin bir sırrı vardır'. Hele ki 1'li 0'lı bilgisayar dilinin hayatımızı iyice içine aldığı şu günlerde...


Yıl 1999..Milenyuma az bir zaman kalmış. Bilgisayar programlama dili Y2K tehdidi ile karşı karşıya. Bu karakterlerimizin yer aldığı yazılım şirketinden bu Y2K tehdidini yok etmesi istenir. Baş karakterimiz bu olayın sırtlanıcısı konumuna terfi ettiriliyor. Onun yazdığı programlar sayesinde bu tehditin yok edilmesi düşünülür. Ancak bu baş karakterimizin bilgisayarlara karşı duyduğu cinsel istek elini kolunu bağlar. İşte bu ilginç 'bilgisayara karşı cinsel istek' ekseninde olaylar gelişir.


Filmin baş kahramanı olarak kafayı iyice bilgisayarla bozmuş birisini görüyoruz. Yan karakterlerde garip bir patron, bir adet sevgili, bir adet zenci kardeşimiz, bir adet komiklik görevini üstlenmiş baş kahramanımızın baş düşmanı kişi, bir adet pornocu ofis kızı ve bir çok adet ofis çalışanı..

Film festivalin ilk haftasında izlediğim en güzel, en komik, en aşırı (2de bir mastürbasyon veya pc ile ilişki) filmdi. Yanımdaki arkadaşımın sırf çekindiği için gülemediğini bizzat gözlemledim. Gitmenizi tavsiye ederdim ancak başka gösterimi yok. Bir şekilde edinip filmi izlerseniz pişman olmazsınız.
2008 Kanada yapımı. Yönetmen 'genç ustalar'dan Cameron Labine. (Gelecek için ışık gördüm diyebilirim :) ) Başrolde Tyler Labine ...
KONUK YAZAR: Kard (Tarık Okutan)



La belle personne... Esasında bu başlığı sırf bu film hakkında konuşmak için seçmedim; başlığı seçtim çünkü size birkaç ''güzel insan''dan bahsedeceğim: Louis Garrel, Gregoire LePrince-Ringuet, Christophe Honoré, Clotilde Hesme, Alex Beaupain, Chiara Mastroianni, Lea Seydoux, Ludivine Sagnier.


Bu güzel insanları sizlere anlatabilmem için hikayenin en başına gitmem gerekiyor; yani 27.Uluslararası İstanbul Film Festivali'ne. 14 Nisan 2008 Pazartesi 11.00 Rexx Sineması 21.sıra 17.koltuk. İşte tam da bu mekan ve zaman uzamında uzun süre etkisinde kalacağım; hatta etkisinden kurtulamayacağım bir filmi izledim: Les Chansons d'Amour. Korku filmlerini andıran bir sahneyle başlamıştı. Ve bu sahnede Ludivine Sagnier ve aşık olduğum adam Louis Garrel'i gördüm ilk defa. Tamamen yabancılardı bana, tanımıyordum onları. Fakat Alex Beaupain'in bestelediği De Bonnes Raisons adlı şarkıyı söylemeye başladıklarında ben de Fransızca biliyormuş gibi şarkıyı söylüyordum ve Louis Garrel'e aynı Ludivine Sagnier gibi cilveli bakışlarla bakıyordum. Bu iki kişi birbirine aşıktı; fakat aşklarında üçüncü bir kişi daha vardı: Clotilde Hesme. Bir yandan bu iki karaktere aşıktı Hesme, bir yandan da onların birlikte olmasını istiyordu. Hatta Sagnier'in Garrel'i kıskandığı yağmurlu Paris sokaklarında Je N'aime Que Toi şarkısını söylemeye başlayarak onların da eşlik etmesini istercesine ellerini birleştirmeye çalışıyordu. Paris ve aşk derken; Chiara Mastroianni, La Bastille şarkısı ile Paris sokaklarında Sagnier'in peşinden koşmaya başladı. Ablası olarak Sagnier'in Garrel ile olan endişesini bilmesi gerekiyordu ve bu konu hakkında konuşması gerekiyordu. Ve ölüm... Ölüm geldi ve Ludivine Sagnier'in karakteri filme veda etti. Sagnier'in veda ettiği bu anda tutkulu aşık Grégoire LePrince-Ringuet filme girdi. Ringuet, Louis Garrel'in karakterini her yerde takip ediyordu; fakat filmde söylediği şarkı La Distance gibi aralarında hep bir uzaklık ve mesafe vardı. Aşkta ve aşk şarkılarında da tutkunun yanında daima uzaklık da olmaz mı zaten?


4 Nisan 2009 Cumartesi 16.00 Atlas Sineması Loca 15. Ludivine Sagnier dışında aynı kişiler beyazperdede yine. Bu sefer aralarında Lea Seydoux var ve film Les Chansons d'Amour değil; La Belle Personne. Festival kitapçığı çıktığında izlemek için en çok heveslendiğim film bu olmuştu. Çünkü Les Chansons d'Amour'da olduğu gibi bu filmin yönetmeni de Christophe Honore'du ve Louis Garrel başroldeydi. Madame De La Fayette'in ''La Princesse de Cleves'' kitabından esinlenen La Belle Personne'da yine tutku, aşk, aldatma gibi temaların işlendiği filmde annesini kaybeden 16 yaşındaki güzeller güzeli Junie kuzeni Mathias'ın okulunda öğrenim görmeye başlar. Bu okulda İtalyanca dersi veren Nemours'un dikkatini çeker Junie. Fakat Junie sadece Nemours'un dikkatini çekmemiştir, bir yandan da sınıfın en sessiz öğrencilerinden Otto da Junie'ye aşık olmuştur. Otto'nun çıkma teklifini kabul eden Junie, İtalyanca dersleriyle birlikte Nemours'tan etkilenmeye başlar; aynı şey Nemours için de geçerlidir. Junie'ye olan aşkı ve tutkusu yüzünden yaşadığı ilişkileri sona erdirir. Fakat Junie bu ilişkilerin farkındadır ve bu yüzden de Nemours'a yakınlaşmaya korkmaktadır. Bir yandan Otto'yu da kırmak istemez; fakat zamanla Otto'nun duygularına olumlu bir tepki veremez hale gelir. Bu üçlünün arasındaki ilişki sonunda tutku dozajı yüksek bir hale gelir ve ölüm ile ayrılıkla biter.


Louis Garrel'in İtalyanca öğretmeni Nemours'u canlandırdığı filmde Lea Seydoux, Junie'yi; Gregoire LePrince-Ringuet ise Otto karakterini canlandırıyor. Louis Garrel ve Gregoire LePrince-Ringuet, Les Chansons d'Amour'da olduğu gibi tutkulu aşık iki karakteri canlandırıyorlar. Honore, bir önceki filminde olduğu gibi bu filmde de kamerasını Paris'in cadde ve sokaklarında müzik eşliğinde yürüyen Ringuet ile Garrel'e çeviriyor. İkiliye bu sefer Clotilde Hesme ve Ludivine Sagnier yerine Lea Meydoux eşlik ediyor. Louis Garrel'in karakteri Nemours çekici ve çocuksu bir yapıya sahip. Ringuet'nin karakteri Otto ise Nemours'un öğrencisi olmasına rağmen aşk konusunda daha olgun ve net bir duruşa sahip. Les Chansons d'Amour'dan sonra bu filmde ikilinin karakter profilleri yer değiştirmiş durumda.


Les Chansons d'Amour'a göre daha genç, karanlık bir film var karşımızda. Gerek Lea Meydoux, Louis Garrel ve Gregoire LePrince-Ringuet'in başarılı performansları gerekse Christophe Honore'nin başarılı perspektifi filmin çıtasını yükseltmeye yetiyor. Buna bir de Alex Beaupain'in müzikleri eklenince film harika bir seyirlik haline geliyor. Ve sinemadan bir sonraki Honore ve Garrel filmini beklemeye başlayarak çıkıyorsunuz.
KONUK YAZAR: Capoupacap

- So, I'm gonna try and get in therewith her, so, when I get with her,
I'm not gonna be that comfortablewith you having pictures of my girlfriend,
so, d'you wanna give me them now or...


This is England ve Dead Man's Shoes filmlerinin yönetmeni Shane Meadows' in 2008 yapımı bu filmde 2 genç çocugun birlikte yaşadıkları bir takım olayları ve özellikle de aynı kıza hayran olup onu etkileme çabalarını gösteriyor. Aslında bunlardan pek de bahsetmiyor. Çünkü filmin süresi 70dk ve yönetmen bir çok şeyi yarım bırakıyor. Asıl sorun bu iki çocugun nasıl bir araya geldiğidir ki aha da soruyorum.

Tomo, ailesini terk ederek Londra'ya doğaçlama göç eden bir çocuk. Doğaçlama ise tamamen yerini buluyor, çünkü neden ailesini terk ettiği, neden Londra'ya geldiği, hatta bir ailesinin var olup olmadığı konusunda herhangi bir fikir verilmiyor.

Filmin diğer ufaklığı Marek, babasıyla birlikte Polonyadan göçmüş biri. Babasını her gün işe kadar yolcu eder, iş çıkışlarında ise onu çalıştığı yerden alır. Bu süre zarfında da meraklısı olduğu fotoğraf çekme meşgalesiyle vakit geçirir. Genelde çektiği fotoğraflarda ise hayran olduğu Maria vardır. Platonik bir aşktır Marek'inki. Tomo'nun önceki hayatında bilinmezlikler olduğu gibi Marek'inkinde de vardır. Annesi ile babasının neden ayrı olduğu bilinmez. Oysa bir diyalogta bu hususun geçmesine rağmen.

Maria için böyle bir geçmişi bilinememezlik yok mudur? Var tabi. Onun da ailesi hakkında herhangi bir bilgi yoktur. Belki de hikayenin öncesine değil de olana odaklanmamızı istiyor yönetmen. Bir soru daha soruyorum o zaman. Olan ne peki ?

Kendi hayatlarında bir takım sorunları olan bu gencin birlikte hoş vakit geçirmeleridir. (Geçirmeler dediğime bakılmasın yine, dediğim gibi yönetmen olabildiğince kısa tutmuş ve az'dan çok anlama yoluna gitmiş.) Her ne kadar birlikte eğlenebilir bir zamana sahip olsalarda filmin o siyah-beyaz rengi değişmemektedir hala. Taa ki o rengi veren şehirden uzaklaşıncaya kadar.

Filmin muhteşem diyebileceğim diyaloglarının yanı sıra müzikleri de oldukça hoştur. Yönetmenin müzik seçimindeki ( ya da her kimi görevlendirmişse bunun için) oldukça yerinde gitmiş. Anlatılamayanı müzik ile anlatıyor adeta. Ki bunu This is England ve Dead Man's Shoes filmlerinde de yapmıştı. This is England kadar çeşitliliğe sahip değildir,çünkü müzikleri hazırlayanlar sadece 2 kişidir, Gavin Clark ve Ted Barnes.


This is England filminin yönetmeni Shane Meadows ile ufak oyuncusu Thomas Turgoose 'u tekrar bir araya getiren bu filme daha fazla değinmek isterdim ama yönetmen pek değinmemiş ki ben değineyim. Sadelik çercevesinde güzelce anlatmış. Ama kısa bitirmiş gibi geldi orası ayrı.

# Diğer Festival Günlükleri #


JUNGFRUKÄLLAN
(Genç Kız Pınarı)


Festival kitapçığı ne zaman çıksa ilk olarak eski filmlere, iyi yönetmenlere yani dünya sinema tarihine adlarını sağlam puntolarla yazdırmış olanları arar gözlerim. Genç Kız Pınarı filmi de bu sene Bergman’ın festivale katkısı. Geçen sene Kurdun Saati filmini izlemiştim. Bu sene izlediğim filmi açmadan önce şunu belirteyim; Bergman daha hüsrana uğratmadı beni.


Filmlerinde dinsel temalara cesurca değinen Bergman, bu filminde de 13. yüzyılda bir halk şarkısı üzerinden çıkıyor yola. Film ateşle başlıyor ve bir dolu Hıristiyanlık göndermesi ile bezeniyor.


Bakire bir kız olan Karin, dini bir ritüeli yerine getirmek adına ailesi tarafında kiliseye gönderiliyor. Bu ritüelin önemini daha izlerken belli ediyor yönetmen. Gencecik kızın bir gelin gibi hazırlanması, ay gibi suratıyla birleşince karakterin her yanından saflık akıyor adeta.


Bu kiliseye giden yol, saflığın, temizliğin, bakire bir kızın hayatında çok büyük bir yere sahip olacak şüphesiz ama öyle olmuyor. Yol da engeller onun peşini bırakmıyor bir türlü. Bergman, ana karakteri Karin’i bir peri masalı kahramanı gibi iyi bir şekilde sunuyor bizlere. Ölümü onların elinde olacağı 2 çoban ve bir kardeşi ile ekmeğini paylaşması, filmin sonlarına doğru izleyenin aklına geliyor bir daha.


Öldürdükleri kızın ailesini bilmeyen çobanlar ve kardeşi, kızın evine kızın elbiseleri ile gidiyor. Bakireliğini tescil ettirmek isteyen ve evlenene kadar kimseyle birlikte olmak istemeyen Karin’i, tecavüz ederek ardından öldüren bu dağlılar o elbiseleri aileye satmaya çalışınca işler ortaya çıkıyor.


Bergam film boyunca bu karşıtlıkları çok iyi kuruyor. Karin’in etrafında birden çok engeller koymuş. Özdeşleşiyorsunuz kızla.


2 çobanın erkek kardeşi ise film boyunca Karin kadar naif bir rolde karşımızda. Karin’in ailesi ile yemek yerken, büyükleri rahatlıkla yemek yerken o, cinayet anının tanığı olarak hiçbir yemeği yiyemiyor. Günahsız biri olarak betimleniyor adeta. Ama Karin’in babasının gazabına o da uğruyor.


Genel olarak sinematografik baktığımız zaman ise, yakın plan ve ışık kullanma üstadı olan Bergman,, yine imzasını atıyor. Her plan Bergman kokuyor. Persona, Yedinci Mühür, Kurdun Saati, Yaban Çilekleri ve en son olarak Genç Kız Pınarı… Birbirlerinin devamı gibi planlar var bu filmlerde. Kameranın anlamlı olarak sağa, sola track yapması, durağan giden filme bir nebze hareket katıyor.


Bir toparlama yapacak olursam; su-ateş karşıtlığı filmin çatısını oluşturuyor. Karin’in yanına giden babası ölü bedenini topraktan kaldırdığı zaman, başının olduğu yerden bir su kaynağı çıkıyor. Günahsızlığa, bakireliğe sağlam bir gönderme ile sonlanan film, babasının kızının katillerini öldürdüğü elleriyle tanrı’ya kilise yapacağı sözünü vermesi ile izleyeni bir süre koltuğuna yapıştırıyor.


KONUK YAZAR: cem
http://asmali-mescit.blogspot.com/


# Diğer Festival Günlükleri #
# Diğer Konuk Yazarlar #

28. Uluslararası İstanbul Film Festivalinin bana uzanan perdelerini, bugün izlediğim Appaloosa ( Kanun Benim ) filmiyle araladım. 1 yıl olmuştu sabah bu heyecanla kalkıp sokağa çıkmayalı, 1 yıl olmuştu Emek Sinemasında film izlemeyeli. Hasret giderme günüydü benim için. Ama bir gariplik vardı.

Haftasonu oluşundan mıdır, bir kovboy filmi oluşundan mıdır ya da hepsinden öte mevcut ekonomik krizden midir bilinmez ama sinemada oldukça büyük oranda boşluk göze çarptı. Belki de sadece pazar sabahı saat 11 de oluşundandır. Tabii bu sadece ışıklar kapanıp film başlayıncaya kadar düşünülecek şeyler, film başlar ve odaklanması gereken o sevdiğimiz beyaz ekran olur ve öyle de oldu.

APPALOOSA

- Ya da Bay Hitch vurur. Kanun böyle.
- Senin kanunun.
- Aynı şey.




Kasabanın öldürülen Şerif'inin katillerini bulması için kasabaya yeni bir görevli atanır. Şeriflerden daha üstün bir yetkiye sahip Marshall ünvanı ile Virgil Cole ( Ed Harris ) ve yardımcısı Everett Hitch ( Viggo Mortensen ). Aslında Hitch, Virgil Cole' un sadece yardımcısı değildir. Onun eksik yapısını bütünleyen önemli bir parçadır. Zaman zaman üstlendiği görevi farklı da olsa doğru olan budur.

Virgil Cole sıkı bir kanun adamıdır. Her ne kadar bazı kanunları kendi de koysa, değiştirme imkanı olmasına rağmen, boyun eğdiği de olmakta. Beraber olduğu kadınların sadece fahişeler ve kızılderililerden oluştuğu ve onları sadece birlikte olma amaçları ne ise o amaç doğrultusunda kullanan Virgil Cole, ilk defa bir kadına karşı bir şeyler hissetmektedir. Onu tanıyanlarca bu bir kıyamet alemetiydi. Ucuz otel köşelerinin ucuz muameli fahişelerinden sonra; düzgün konuşan, piyano çalabilen, ağzını kibarca yemek yiyebilmek için de kullanabilen Allison French ( Renée Zellweger )'den etkilenir. Bir çok hayatta olduğu gibi hayatına sadece bir kadın girmemiştir artık. Kavram kargaşaları, düzensizlik de kadının gelişi ile başlar (bkz. Gemide ).

Ama filmin asıl adamı Hitch ve olayı da Hitch'in o tamamlayıcılığıdır. Allison ile girdiği diyalog sonucu, hoşlandığı kadın karşısında kendini bir anda ezik hisseden Cole, işleri sadece bira içmek olan iki kişiye haksız bir saldırıda bulunur. Hitch devreye girer ve o an Cole'daki eksikliği tamamlar; Sakinlik.

Takılır arada bir, uygun kelimeyi bulamaz, bazen de kullanılan kelimeleri anlamaz ve araya yine Hitch girer ve Cole'daki eksikliği tamamlar; Kelime dağarcığı.

Dediğim gibi Virgil Cole kanunun gücüne tamamen inanan bir kişilik. İşte bu yüzdendir ki kendisini işinden edecek olsalar da, hatta sevdiğini elinden alsalar da, bunun kanunda bir müeyyidesi olmadığından bir şey yapmaz, yapamaz. Tam bu sırada devreye yine Hitch girer ve bunu yine Cole için yapar: Kanunsuzluk.


Kısacası, günümüzde seyrek yakalayabildiğimiz kovboy filmlerinden ayağıma kadar gelen bu filmi kaçırmadığım için sevinçliyim. Bunu Emek sinemasının o şaşaalı görüntüsü ve ambiyansı eşliğinde izlemek de ayrı bir keyifti. Ama festival sönüklüğünün - en azından Hacitokankoli ile bizim hissettiğimiz- bir an önce geçip daha fazla heyecan bulma arzusu içerisindeyiz.
İyi festivaller.

# Diğer Festival Günlükleri #


"Lots of music, lost of drugs, lost of sex... That's the rock'n roll..."


"Hayranlık ile dinlediğimiz grupların hayatı gerçekten de hayran duyulası mıdır?" veya "Karizmasına sahip olmayı isteyen binlerce kişinin bulunduğu, Nirvana'nın solisti Kurt Cobain neden intiharı seçti peki?" olmadı bir de "Bakma sen onların eğleniyor göründüklerine, içlerinde derin bir boşluğa sahipler." gibisinden soru ve yargılamalarla karşı karşıya kalan bir kavram şu Rock'n Roll denilen.

İşte biraz olsun bu yaşamın iç dünyasını bize gösteren bir film. Ablasının kendisine bıraktığı bir çanta dolusu müzik plaklarıyla hayatına farklı anlamlar katan ufak bir gencin, dergiye yazmak için bir grubun peşinden gidişinde karşılaşmış olduğu, yer yer tahmin etmediği bir yaşam tarzıyla karşılaştığı bir dünyadan bahsediyor diyebiliriz kısaca bu film. Filmde sevilen grup ve sanatçıların isimleri ya da müzikleri geçtikçe insan bir garip oluyor ( en azından müzik çantasından çıkan Bob Dylan plağı diyebilirm kendi açımdan). Çocugun hayatını değiştirecek daha kimler var peki bu çantada diyorsanız da; The Beach Boys, Led Zeppelin, The Rolling Stone, Cream, The Who, Simon & Garfunkel, Black Sabbath, Jon Anderson... Filme ara ara eşlik de ediyor bu isimler.

Filmde usta oyuncu Billy Crudup bir gitaristi canlandırırken, her ne kadar bunu kabul etmese de bir groupie olan Penny Lane'i ise güzel oyuncu Kate Hudson canlandırıyor. Yönetmenliğini ise sadece bu film ile oscar kazanan Cameron Crowe yapıyor. Filmin uçak sahnesinde gülümsediğinizi - gülümseyeceğinizi ve Elton John' un Tiny Dancer şarkısına büyük bir zevkle eşlik ettiğinizi - edeceğinizi buradan görüyor gibiyim:)

Birdenbire yenilenir hayat,
Beklemeden birdenbire yağmur yağar.
Güneş açar,
Açar birdenbire.
Aşk gelir alıp gider,
Alıp gider seni.
Güneş açar,
Açar birdenbire.
(*) Yasemin Sannino-‘Birdenbire’



Ferzan Özpetek’in tüm filmlerini herhalde Yasemin Sannino’nun Le Fate Ignoranti (Cahil Periler) filmi için yazdığı ‘Birdenbire’ şarkısı özetler. Her şey bir anda olur ve her şey bir arada bulunur. Aşk, kızgınlık, ölüm, eşcinsellik, arkadaşlık, aldatma, evrensellik, özgürlük... Bütün dünya sanki küçülmüştür; fakat dünyanın küçüldüğüne bakmayın; çünkü dünya esasında çoğalmıştır. Herkeste bu küçülen dünyadan bir adet vardır bu filmlerde ve herkes bu küçük dünyaların kahramanlarıdır; bu dünyalar birbirlerine duygularla, düşüncelerle bağlıdır. Ferzan Özpetek de filmlerinde artık görmekten uzaklaştığımız ya da görmek istemediğimiz bu saydam bağı bize sunar. O zaman buyrun müziklerle Ferzan Özpetek’in sunduğu bu saydam bağı görmeye çalışalım.


1959 yılında İstanbul’da doğan Ferzan Özpetek; 1976 yılında, Roma’daki La Sapienza Üniversitesi’nde Sinema Tarihi öğrenimi yapmak üzere İtalya’ya gider. Bu eğitiminden sonra Accademia Navona’da ve Accademia d’Arte Drammatica’da sanat tarihi ve kostüm dersleri alır. Bunun ardından birkaç tiyatro oyununda asistanlık yapar ve 1997 yılına geldiğimizde Cannes Film Festivali’ne katılan, Alessandro Gassman, Francesca D’Aloja, Mehmet Günsur, Şerif Sezer, Halil Ergün, Necdet Mahfi Ayral gibi sinema sanatının büyük oyuncularının yer aldığı ilk filmi olan ‘Hamam’ ı çeker. Film, Ferzan Özpetek’in diğer filmleri için de bir temel ve ipucu şeklindedir. Filmde İstanbul’da yaşayan teyzesinin öldüğünü ve kendisine miras olarak bir hamam bıraktığını öğrenen, evlilik hayatında sorunlar yaşayan başarılı mimar Francesco’nun İtalya’dan İstanbul’a geldikten sonra yaşadığı duygusal karmaşalar ve Mehmet adlı gençle olan ilişkisine değinmiştir Ferzan Özpetek. Filmin soundtrack albümünde yer alan parçalar;


1. Hamam
2. İlk Uyku
3. Mahalle
4. Gece Ziyareti
5. İptal
6. Dünya
7. Gizli Zaman
8. Bu Akşam Bütün Meyhanelerini Dolaştım İstanbul’un
9. İkinci Mektup
10. Disiu
11. Omuzdaki El
12. Tavla
13. Hastane
14. Francesco’nun Sonu
15. Sadaka
16. İstanbul Uyurken


Filmin şarkılarında gerek Türk-İtalyan oyuncularının bir arada olması, gerekse ‘Hamam’ ın kilit nokta olması zaman-mekanı Şarklaştırarak geleneksel doğu müzikleri ve Türk Sanat Müziği tarzı melodiler kullanılmıştır. Perküsyon ve elektronik tınılarla müzikler Şark (Doğu)’ın filmlerde izlediğimiz ya da düşlediğimiz egzotik bedenine bürünmüş. Türk, İtalyan ve Asya geleneksel müzik tınıları arka planda kullanılmış.


Hamam filminin ardından 1998 yılına geldiğimizde Ferzan Özpetek ikinci filmi olan ‘Harem Suare’nin çekimlerine başlar ve film 1999 yılında gösterime girer ve Hamam gibi Cannes Film Festivali’nde de sinema seyircisiyle buluşur. Büyük bir gişe başarısı gösterir ve eleştirmenlerden tam not alır. Başrollerini Marie Gillain, Alex Descas, Serra Yılmaz, Haluk Bilginer, Pelin Batu ve Başak Köklükaya gibi Türk-İtalyan oyuncularının paylaştığı Harem Suare’de bir paşanın Kahire’deki bir köle tüccarından satın aldığı ve Padişah II. Abdülhamit’e hediye ettiği İtalyan asıllı cariye Safiye’nin padişahın gözdesi oluşu, Harem Ağaları’ndan Nadir Ağa ile olan aşkı ve Kanuni Esasi ile harem sistemine son verilişinin cariyeleri etkilediği anlatılıyor ve Harem kurumu sorgulanıyor. İlk filminde olduğu gibi Şark (Doğu) açısından geleneksel, sembolik ve egzotik bir mekan olan haremi anlatan bu filmin müzikleri Ferzan Özpetek’in Hamam filminde de çalıştığı Pivio ve Aldo De Scazi’ye ait. Filmin müziklerinde Pivio ve Aldo De Scazi ve Harem mekanının etkisiyle yine perküsyon ritmleri ağırlıklı egzotik melodiler mevcut.


Ve yıl 2000. Ferzan Özpetek’in İtalya’da gösterimde olduğu haftalar boyunca en fazla izlenen film olan ve benim de favori filmim olan Le Fate Ignoranti (Cahil Periler) gösterime girer. Filmde Hamam filminde olduğu gibi eşcinsel bir ilişkiye ve bunun ardından yaşananların sonucu olarak gelişen ilişkilerde aşkın salt erkek-kadın arası çekimin olmadığını ve hayattaki her şeye, her insana karşı aşk duygusu duyulabileceğine değinir Ferzan Özpetek. Başrollerini Margherita Buy, Stefano Accorsi, Serra Yılmaz, Gabriel Garko ve Erika Blanc’ın paylaştığı filmin müzikleri Ferzan Özpetek’in gelecek yıllarda da çalışmaya başlayacağı Andrea Guerra’ya ait. Andrea Guerra’nın hazırlamış olduğu tema parçası Le Fate Ignoranti (Cahil Periler) filmin başlangıcında Ferzan Özpetek’in yaratmış olduğu gizemler ve maskelerle dolu dünyaya giriş için ideal bir başlangıç, filmin sonunda karakterler arasında oluşan ilişki bağını ve filmin kurgusundaki gelişmeyi tek kelimeyle özetleyen Yasemin Sannino’nun seslendirdiği ‘Birdenbire’ parçası ise filmin akılda kalıcılığını ve klasikleşmesini daha da pekiştiriyor.

Yazının devamı:
Ferzan Özpetek Filmleri ve Müzikleri (Bölüm 2)


KONUK YAZAR: CAPOUPASCAP


"Hep siz konuştunuz, bize hiç söz hakkı verilmedi"
denmesin için artık blogun sayfaları sizlere de açık.


Sinema ile alakalı düşüncelerinizi, film eleştiri ve yorumlarınızı, oyuncu ya da film tanıtımınızı, tüm bunların dışında burada yayınlanmasını istediğiniz, bizimle paylaşmak istediğiniz bir konuyu bize yollayın, yayınlayalım.

  • "Sadece sinema mı?"

Değil tabii ki de. Kültür/Sanat dalı içersinde yorumlayabileceğimiz her türlü yazı olabilir. Bunun haricinde Gündem yazıları olabilir. Ve tabii ki de yazıların karşı görüşleri rencide edici bir tutumu olmaması şartıyla.

  • "Bana ne faydası olacak ?"
Bunun hem bloga hem de yazıyı yazana katkısı olacağını düşünüyoruz. Blog olarak, hem okuyucularla sürekli bir iletişim halinde olmamızı sağlayacak; hem de sizin blogunuzda, yeterli sinema okuyucusuna ulaştığını düşünmediğiniz fikirlerinizi, burada hedef kitleye sunabilme imkanı doğacak.

Ve aynı zamanda blogun hediye bilet ve etkinlik davetiyesi gibi durumlarda öncelik Konuk Yazar'lara tanınacak, onlara sunulacak.

  • "Peki nasıl olacak?"

Yazılarınızı ilgili mail adresimize yollayın, yazınızın altına da adınızı ( nick kullanmak isteyenler kullanabilirler tabi ki de) ve varsa blog adresinizi yazın ki sizinle ilgilenenleri kaynağına, yani size ulaştırma şansımız olsun.


Şimdi soruyoruz sana ey okuyucu !
Neyin var anlatacak ?

mail : sigarayaniklari@windowslive.com


-----------------------------------------
Yayınlanan Konuk Yazar Yazıları :

Ferzan Özpetek Filmleri Ve Müzikleri (Bölüm 1)
(Konuk Yazar : Capoupascap )


Festival Günlüğü # 2
= JUNGFRUKÄLLAN
( Konuk Yazar : Cem )

Festival Günlüğü # 7 La Belle Personne
( Konuk Yazar : Capoupacap )

Festival Günlüğü # 8 Control Alt Del
( Konuk Yazar : Kard )

Festival Günlüğü # 14 / Opium War
( Konuk Yazar : cem )

Turtles Can Fly
( Konuk Yazar : Kübra )

Léon
( Konuk Yazar : Gökhan Yıldız )

Bağımlı Bir Tutkusuzluğun Dönüşümü
( Konuk Yazar : Doğu Dost Onural )

Ferzan Özpetek Filmleri Ve Müzikleri (Bölüm 2)
(Konuk Yazar : Capoupascap )

The Fall
( Konuk Yazar : ÖzbeÖz )


Beyoğlu yeniden canlanıyor. Hep canlıydı ama nedense festival günleri ayrı bir heyecanı ve tadı oluyor. İstanbul - Film - Festival kelimelerini bir araya koyup da bize şenlik yaşatan organizasyon olan İstanbul Film Festivalinin 28. si 4-19 Nisan tarihlerinde bizlerle olacak. 200 adet film-belgesel 7 Farklı sinemada gösterilecek. Ve bu sinemalar arasında 2 film birden sloganıyla ün yapmış tarihi erotik film sineması Rüya da var. Geçmişte içine girmeye korkanlar merak ediyorlarsa buyurup artık girebilirler:)
Biraz festivalden bahsedeyim.


Bu sene 23 katogride toplam 202 film gösterilecek. Uluslararası yarışmada 13, ulusal yarışmada 14 film yarışacak. Yeni yarışma olarak da "Sinemada İnsan Hakları" var. Burda da 10 film yarışacak. Bu sene yeni bir kategori olarak "Gümüş Ülke, Altın Sinema: Arjantin" de Arjantin filmleri var.

Festival; film gösterimlerini, festival ödüllerini, yarışmaları ve etkinliklerin tamamını kapsıyor. Etkinlikler içerisinde sinema dersi, söyleşiler, parti ve konserler, kısafilm gösterimleri olacak. Filmlere gelecek olursak, Fransız filmleri diğer ülkelerinkine göre biraz fazla durmakta ve bu da bu ülkenin sinemasını sevenler için iyi bir haber. Filmlerden bahsetmek istemiyorum. Çoğu hakkında da bilgi sahibi değilim açıkcası ama bir kaç tavsiyem de olmayacak değil.

Ama önce BİLET FİYATLARI'nı kontrol ediniz.
Günlerine ve seanlarına bakmak için de FİLM LİSTESİ ve FİLM ÇİZELGESİ.
Şu duyuru da önceden okunmalıdır. O duyuru bu duyuru.



SUMMER ( Yaz): 2008 yapımı ingiliz filmi. Ana karakterin çocukluk döneminin geçtiği yere gidip geçmişiyle yüzleşmesini anlatıyor. ve karakterimizin adı da Shaun olunca direk izlenebilir diyebilirim:)

L'HEURE D'ÉTÉ (Yaz Saati): Demonlever'in yönetmeni Olivier Assayas'ın 2008 yapımı filmi. Karmaşık bir yapıya sahip olsa da Demonlever'in yanında daha bi yumuşak kaçacagını düşünüyorum. Juliette Binoche 'nin de bu filmde oynadığını belirtmeden geçmek istemem.


ALİ'NİN SEKİZ GÜNÜ : Monoton bir hayata sahip bakkal Ali'nin içinde; mahallesine, dolayısıylada hayatına Zeynep'in taşınmasıyla ufak kıpırtılar oluşur ve platonik bir aşka dönüşür. Ve başlar Zeynep'i takip etmeye, ettikçe kendi yalnızlığını anlamaya. Önceki filmlerinde kaybedenleri oynayan Yazgı filminden Serdar Orçin ve Kader filminden Ufuk Bayraktar'ı bir araya getirmesi bile yeterli benim için. izlemeyeliz he Hacito, ne dersin :)

FORASTERS (Yabancılar) : "Morir o no" (ölmek veya ölmemek) filmi daha önce istanbul film festivalinde gösterilen ispanyol yönetmen Ventura Pons' un 2008 yapımı filmi Yabancılar'da bir ailenin iki farklı olaya karşı olan duygularını ve o olaylardan ötürü oluşan yabancılaşmayı anlatıyor.

HAYAT VAR : Reha Erdem 'in son filmi olan Hayat Var önce vizyona girecek ardından da festivalde gösterilecek. Nerede izleyeceğinizin kararını da siz verin.

BOUND FOR GLORY (Şöhret Yolunda) : Sevdiğim ve çokca da seveni bulunan usta şarkıcı Bob Dylan' ın kendisinden etkilendiği hatta onun yolunu takip ettiği efsanevi folk şarkıcısı Woody Guthrie'nin yaşamını konu alan 1977 yapımı bir ABD filmi. Müzik severlere ,özellikle de folk müzik sevenlere, duyrulur.

8.th WONDERLAND (8. Harikalar Diyarı) Dünya çapında sıradan insanların internet üzerinden sanal bir devlet kurmasıyla alakalı ilgi çekici konusu olan bir film. "Kusursuz derecede örgütlü ama var olmayan bir ülkeyle nasıl savaşılır?" sloganı ile verilmiş İKSV sitesinde. Demokrasi ve devlet anlayışımıza farklı bir bakış açısı var sanırım.


9.99 Etgar Keret'in kısa hikâyelerinden uyarlanmış bir stop-motion animasyon filmi. Yaşamın ve mutluluğun post-modern anlamıyla alakalı bir komedi cümlesiyle ilgimi çekti. Belki sizin de ilginizi çeker.


APPALOOSA ( Kanun Benim ) : Sinemada artık western filmi bulmak zorlaştı. Bu ihtiyacımızı giderecek bir film. Oyuncu kadrosunda Viggo Mortensen veRenée Zellweger'in yanısı filmin yönetmenliğini yapan usta oyuncu Ed Harris de bulunuyor.


THEY SHOOT HORSES, DON'T THEY? (Geçen yıl kaybettiğimiz Sydney Pollack anısına yönetmenin 1969 yılında çektiği filmi de festivalde bulabiliriz.



CANKURTARAN İSTANBUL Yeni Türk Sineması segmentinte gösterilen deneysel bir türk filmi. Aynı film içinde 4 farklı film ve her birinin ritmi ve hikaye akışı farklı...



ELDORADO Gerçek bir olaydan yola çıkan absürt-komedi filmi Belçikanın 2009 yılı oscar adayı. Genç bir adamın hırsızlık yaparken yakalanması üzerine soyduğu yerin sahibiyle arasında başlayan dostluktan bahsediyor.



JOHNNY MAD DOG (Kuduz Köpek Johnny) Kara kıtada yaşanan insanlık dramıyla alakalı bir film. Gerçek hayatta askerlik yapmış çocukların canlandırdığı asker-çocuklar üzerinden bir milletin dramını gözler önüne seriyor.



LOS BASTARDOS (Piçler) Amerikadaki göçmenler hakkında bir film. Ağır-aksak ilerleyen çarpıcı filmlerden biri.



SÜT Semih Kaplanoğlunun "Yusuf Üçlemesi"nin Yumurtadan sonra ikinci filmi Süt. Bu sefer yusufun gençliğine tanık oluyoruz. Merakla beklediğimiz filmlerden bir diğeri .



SHIRIN Belki de festivalin en ilginç filmi. Bir İran filmi. Efsanevi Hüsrev ile Şirin'in sinemaya aktarılmış halini izleyen sinemadaki insanların kah gülerken kah ağlarken portrelerine yer verilmiş bir film. Sonuna kadar sadece izleyicilere odaklanan filmde arkadan da hikayeyi dinleyebiliyoruz.

ABSURDISTAN : Antalyanın bir köyündeki olaydan esinlenmiş, masalsı bir anlatıma sahip komedi bezeli bir film. Köye gelen suyun kesilmesinden sonra erkeklerin buna duyarsız kalmasına sinirlenen kadınlar, ellerinde büyük bir silahın oldugunu keşfederler. Bu silahın adı amiyane tabirle sex'tir.

TULPAN Son zamanlarda yükselişe geçen Kazakistan sinemasından bol ödüllü ve konusuna bakıldığnda oldukça eğlenceli görünen bir komedi filmi. Asa, Tulpan'la evlenmek istemektedir. ancak Tulpan, kulakları büyük diye Asa'yı istemez.

LÅT DEN RÄTTE KOMMA IN ( Gir Kanıma ) : isveç yapımı olan bu korku filmini ne kadar aradıysam da bulamamıştım bir türlü. Ben onun ayağına gitmeden o geldi ayağıma. Fantezi-komedi diye kategori edebileceğimiz film IMDB'de de oldukça değer görmekte. istersen sen de bak.

DEN DU FRYGTER ( Korkma Benden) : Favori filmlerimden Ademin Elmaları'nın yönetmeni Thomas Jensen'in senaristliğini yaptığı ve yine Ademin Elmaları filminin başrol oyuncusu Ulrich Thomsen'in oynadığı bir Danimarka filmi. izlenmezse ayıp olur:)

KOLME VIISASTA MIESTÄ (üç Bilge Adam) : "Bir noel gecesi biraraya gelen 3 anti-kahraman erkekliğin yüzkarası olduklarını anlatırlar ve bir yandan da bir Noel mucizesinin gerçekleşmesini umarlar."

LOFT (Çatı Katı) : Evli beş erkeğin, kaçamak yapmak için tuttukları çatı katında buldukları genç bir kadın cesedi ile oluşan şüpheler ve olaylar zinciri. Gece Yarısı kuşağında gösterileceği için öğrenciler tarafından pek bi rağbet görmeyecek sanırım.

GÖLGESİZLER : Ümit Ünal tarafından, Hasan Ali Toptaş'ın romanından uyarlanmış bir film. Sinemada izlenmemişse festival ortamında izlenmesi tavsiye olunabilir.



Burda kıyıda kalmış bir kaç filme değinmek istedik. Siteye ilk girdiğinizde gözümüze çarpan galalardan falan bahsetmedik. Ama 202 film arasında muhakkak gözden kaçırdıklarımız olmuştur. Bu konuda da tavsiyelere açığız.


"Bir memleket gibidir gemi. Her şey düzenli ve kontrol altında olmalıdır. Kaidelere uyulmalıdır, kanunlara, nizamlara.. Ben de bu memleketin başbakanı gibiyim mesela. Her şey benden sorulur. Denize çıktınmıydı, bu küçücük gemi bi memleket gibi oluverir. Aslında bir başbakandan daha çok görevim var. Çünkü onun bakanları var, adamları var, falanı var filanı var. Benim yok. Bu gemide güvenlik de eğitim de sağlık da eğlence de benden sorulur."




Kaptanın da filmin başında bahsettiği gibi gemi onlar için ayrı bir devlet gibiydi. Düzeni ve kontrolü sağlamak da kaptan ve mürettebatın işiydi. İçtikçe acıkan, acıktıkça içen, içtikçe tekrar gerilen bir mürettebata sahip olsalar da iyi-kötü düzen devam etmekteydi. Taa ki o gemiye bir kadın sızana kadar.

"Şu küçücük gemide niye düzen bozuluyo be Kamil? Hee niye? Bi kız vardı, noldu?"

Yaratılışın başında dünya düzenliydi. Tek bir cins vardı, adam diye isimlendirildi, ilk adamın Adem oluşundan ötürü. Daha sonra "bu kadar düzen fazla iyi değil" diye düşünülmüş olacak ki ikinci bir cins yaratıldı. Ve onlar da kadın olarak adlandırıldı. Kadının yaratılışı değil tam olarak bu kaosu var eden, karşılıklı iki cinsin birbirine olan ihtiyac koşullarıydı asıl neden.

Tam da bu noktada Gemi'ye bir kadın girmiştir artık. O vakte kadar, kendi içerisinde adaletli ve düzenli yönetilen gemi, birden günahlar şehrine dönüşür. Kaptanın, halkından beklediği birbirine güven ve kollama artık yok olmuştur. Çünkü şehre kadın ile beraber artık zina girmiştir.

"Bu dünya iki şeyden yıkılacak. bi binadan, bi de zinadan."

Kadına herkes duyarlıdır gemide. Kıyıda köşede kadının görüntüleri ile kendi işini kendi gören Kamil, duruma göre kadını birbirlerine peşkeş çeken 2 mürettebat, kimseye vermediği viskisini kadın ile paylaşan Kaptan. Sadece viski ikramıyla kalmadığını düşündüğünden belki de kıza tecavüz edenlerin sayısını "en az 2 " diyerek kafa olduğu gecelerden kalma bir zinayı da kendinden beklemektedir. Belki de konu kadın olunca en sadığı olan Kamil'den de şüphelenmektedir.


"hatırlıyor musun?"
"hatırlıyom amına koyim. hiç iyi şeyleri hatırlamaz bu kotkafa"

ilerde yer yer tekrar bahsetmeyi düşündüğüm bu Gemide filmini, Barda filminin de yönetmenliğini yapan Serdar Akar yaptı. Oyuncu kadrosunda ise usta oyuncu Erkan Can, Haldun Boysal, Naci Taşdöğen ve Yıldıray Şahinler bulunuyor. İçerisinde bulunduğu bol küfürlerden ötürü filmi, Tvde izleme şansınızın sıfır olduğu düşünülürse, en yakın bir Dvd'ciden tedarik etmekte fayda var.


Western filmlerini seviyorum. Senaryoyu karışık yapıp, izleyeni kafa yormaya zorlamak yerine ; oyuncuların ve mekanların doğallığını , konunun sade akışını öne çıkarıyor. "Ölüm Atlısı" olarak çevrilen bu filmde Lee Van Cleef başrolde. Aslında filmden çok da bahsedip , spoiler vermek istemiyorum. Filmin Tarantino'nun "Kill Bill" filmiyle olan benzerliğine dikkat çekmek istiyorum. Bu filmi izledikten sonra , Kill Bill 'in sadece modern bir kopya olarak yeniden çekildiğini söyleyebilirim. Tabii ki Tarantino' nun Kill Bill ' i çekerken western filmlerinden , müziklerinden esinlendiğini biliyordum ama bu derece olduğunu tahmin edememiştim. Gelelim filmimizle - Kill Bill arasındaki benzer noktalara... Ailesi gözlerinin önünde öldürülen küçük bir çocuk olan BILL , 15 yıl sonra intikam için geri dönüyor ve ailesini öldürenlerin bir bir peşine düşüyor. Ama düşmanlarını öldürürken , onları düelloya davet ediyor ve onlara son bir şans veriyor. Dediğim gibi esinlenmekten öte... Ayrıca bazı sahnelerde tıpkı Kill Bill ' deki Beatrix Kiddo ' nun (Uma Thurman) düşmanlarını 4 yıl aradan sonra gördüğünde yüzündeki intikam ifadesi ve ekranın hafif kırmızılaşarak arkadan bir gerilim müziğinin verilmesi bu filmde de çokça var. Yani Tarantino ' nun Kill Bill ' i yaparken klasikleşmiş filmlerden esinlenme , onlardan adeta bir derleme yaptığını biliyorduk ama bu filmi izledikten sonra Tarantino'nun esinlenmeyi biraz fazla kaçırdığını rahatlıkla söyleyebilirim. Her iki filmi de izleyenler bana hak verecektir.

Ailesini bir tarafik kazası sonucu kaybetmiş August ve Cristina'nın öyküsü. Cristina ekranda pek gözükmese de bu tam olarak onun hikayesi. August, yaşam çizgisine devam etmek için rahipliği tercih etmiş, fakat kardeşinin porno sektöründe yıldızlaşan bir star oluşunu, Princess oluşunu, uzaktan uzaktan acı içerisinde takip etmiştir. Nasıl ki Cristina ailesinin ölümünden kendini sorumlu tutmuş ve -bu travmanın etkisinden belki de- kendini farklı arayışlar içerindeyken porno sektöründe bulmuşsa, August da kardeşinin bu sektöre bulaşmasından kendini sorumlu tutmuş ve -yine belki bu yüzden- kendini tanrıya affettirebilmek için rahipliği seçmiştir. Kendini sorumlu tutuyor, çünkü Cristina'nın kayıtlardaki ilk porno filmi August'un kamerasıyla kaydediliyor.

Film Cristina'nın ölümü ile başlıyor. August, kardeşini koruyamasa da ondan arta kalan 5 yaşındaki illegal kızı Mia'yı, daha güzel bir hayat yaşatmak için, kardeşinin yaşadığı yerden -genelevden- alıp yanında götürüyor. Her ne kadar o evden alsa da geçmişten kurtulmak ve kıza daha masumane bir hayat yaşatmak için bunun yeterli olmadığını da biliyor. Ama saklamak istediği şey de gerçeklerdi, kardeşinin ,yani Mia'nın annesinin, bir pornostarı oluşu. O zaman amacını belirlemiş bulunuyor August, Mia'yı bu gerçeklerden korumak.

Bundan sonrası sosyal mesaj içerikli bir intikam filmi olarak çıkıyor karşımıza. Yer yer Japon animasyon filmlerinden, yer yer Tarantino'nun bol kanlı intikam filmi Kill Bill' den benzemelerle harmanlanmış ve ortaya bu film çıkmış.

2006 yapımı Danimarkalı bir Anders Morgenthaler filmi olan Princess 'i diğer animasyonların tercih nedenlerinden öte bir sebebi var gibi görünüyor. Bu konuyu işlemek için animasyon çekmeye sanırım daha mecbur hissetmiş yönetmen kendini. Zira filmin temasında porno sektörü ve de çocuk pornosu bulunmakta. Leon filminde, tepki alan ve sonradan kesilen sahnelerde Leon-Mathilda aşkı nasıl rahatsız edici bulunup sansürlendiyse, yönetmen de bu korkudan olsa gerek, konuyu daha az rahatsız edici boyutta verebilmek için animasyon olarak çekmek istemiş olabilir. Animasyon da olsa bazı görüntüler rahatsız etmiyor da değil. 5 yaşındaki bir kızın yaptıkları, yaşadıkları, ona yapılanları duydukça ve gördükçe Mia'yı gerçekten de -yaşlı karının da deyimiyle- 5 yaşında yetişkin bir kadın olarak görmeye başlıyoruz. Yetişkinlik sadece onun sekse olan saflığından kaynaklanmakta, onun haricinde elinden düşürmediği oyuncağı Multe ile oynayan tatlı ve minik bir kız olarak duruyor karşımızda.

Danimarkadan ne çıksa yerim mantığıyla izlediğim bu filmden de pişman olmadan ayrıldığımı, rahatsızlığımın filmden ötürü değil de konusundan ötürü olduğunu belirtmek isterim. Ve izleme gibi bir niyetiniz varsa önceden söylemiş bulunayım, animasyon da olsa film +18 kriteri bulundurmakta ve buna göre izlenmelidir.

Artık büyümek isteyen bir çocuk olan Josh Baskin günün birinde bir dilek kutusuna para atıp , büyümüş olmayı diler ve ertesi sabah kalktığında artık büyümüş bir çocuk olur. Ama bu büyüme sadece fiziki anlamda olmuştur. "Her yaşın ayrı bir güzelliği var" sözü mükemmel bir şekilde işlenmiş. Film ilk anda komedi filmi gibi seyretse de zaman zaman dokunaklı. Başrollerde Tom Hanks, inanılmaz performansıyla götürüyor filmi. Zaten 1988'de en iyi erkek oyuncu dahil olmak üzere 2 dalda oskara aday gösterilmiş "Big". Tom Hanks'in ünlendiği film olarak da söylenebilir. Filmin konusu çok çocukca gelebilir, ama izlenmesi gereken bir film. Ve sanıyorumki bu türdeki filmlerin ilklerinden bu film. Filmin yönetmeni ise Penny Marshall. Gelişme çağında olan bir çocuğun ruh halini, duygularını, hayallerini çok iyi işlemesinde herhalde yönetmenin bayan olmasının da bir etkisi vardır.

Altın Portakal ( 45 kez) , İstanbul Film Festivali (27 kez) , İf istanbul ( 8 kez ) gibi biraz daha eskiye dayanan ödüllü festivallerimize geçen sene bir yenisi daha eklenmişti. Aslında festival değil, film gösterimi yapılmıyor, sadece yerli filmlere ödüllerin verilmesinden ibaret. Yeşilçam Ödülleri.

Gelenekselleşmesi düşünülen Yeşilçam Ödülleri' nin 2.si de sahiplerini buldu. Adaylar açıklandığında gözde film olarak Sonbahar gözüküyordu, onu takiben de Üç Maymun ve Issız Adam. Ama ödül dağıtımı kısmında -oscarda da olduğu gibi- en fazla aday olanın bir arkasındaki film öne çıktı. Üç maymun... NBC' nin bu başarısını defalarca dile getirmiştik zaten, hep destek tam destek deyip desteğimizi sürdürmekteyiz.

İsmi Yeşilçam olsa da filmlerde Yeşilçam tadı bulunmamakta. Hemen eski filmleri gözümüzün önüne getirdiğimizde -taklit yahut orijinal- benzeri bir çalışmanın olmadığını da görüyoruz. Issız Adam' da içten konuşmalar Selvi Boylum Al Yazmalım' ı hatırlatmadı değil hani, yeni Selvi Boylum ben olacam demek istedi belki de, ama olamamışa benziyor. Kanımca olamayacak da.

Eski-yeni kıyaslaması yapmıyorum, yapmak da istemiyorum, gerek de görmüyorum hatta. Eski filmlerde konu aralarına aşk, eroin, komedi usulü eleştiri sıkıştırırdık. Günümüzün moda konusu ise hiç şüphesiz 80'ler. Bir darbe almış başını gidiyor. Artık darbe zamanı sinemaya gelmeli, yoksa daha çok konuşuruz biz bu ivedikleri.

Düşündüm de, Ey Halkım! Siz buna gerçekten müstehaksınız :)

Bu arada ;

En İyi Film - Üç Maymun En İyi Yönetmen - Nuri Bilge Ceylan ( Üç Maymun )

En İyi Yönetmen -Nurii Bilge Ceylan ( Üç Maymun )

En İyi Kadın Oyuncu - Hatice Aslan ( Üç Maymun )

En İyi Erkek Oyuncu - Onur Saylak ( Sonbahar )

En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu - Yıldız Kültür ( Issız Adam )

En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu - Altan Erkekli ( O... Çocukları )

En İyi Senaryo - Ebru Ceylan, Ercan Kesal, Nuri Bilge Ceylan ( Üç Maymun )

En İyi Müzik - Cenk Erdoğan, Bora Ebeoğlu, Cengiz Onural ( Issız Adam )

En İyi Görüntü Yönetmeni - Gökhan Tiryaki ( Üç Maymun )

Genç Yetenek Ödülü - Ahmet Rıfat Şungar ( Üç Maymun )

İlk Film Ödülü - Sonbahar