29 Ağustos tarihi Terminator severler için önemlidir. 29 Ağustos 1997 tarihinde Skynet ele geçirdiği sistem ve akıl ile tüm dünyayı atom bombasına boğmuş ve dünyadaki makine egemenliğini başlatan The Judgment Day'i insanlığa yaşatmıştı. Dün, yine bir 29 Ağustos tarihinde Netflix, Terminator severlere bir hediye sundu; Terminator Zero. Tokyo'da geçen; farklılıklarıyla, güzellikleriyle ve de olmamışlıklarıyla bir Terminator animesi. 



1984 yılında James Cameron Terminator'u vizyona sokarken gelecekteki felaket varsayımını çok yakın bir tarih olan 1997'den yana kullanmıştı. O günlere ulaştığımızda henüz tuşlu cep telefonları bile yaygın olmamıştı. 2024,2035 gibi tarihlerde de olası gözükmeyen hikaye işlenmişti. O yüzden fütüristik yapıdan despotik bir yapıya evrildi kimimizce. Ve günümüze kadar çekilen tüm Terminatör serisi yapımları bu tarihler arasında sıkıştı. En önemlisi John Connor ve Sarah Connor karakterlerine sıkıştı. 

Terminatör Zero, bu sıkışmışlığı zaman yolculuğu paradoksunu işleyerek aşıyor. Yani şu ana kadar izlediğimiz serilerde geleceği, hep bir geçmişe yolculuk yapan insanlar ile kurtarılması işlenmişti. Ancak zaman yolculuğu paradoksunda geçmişe gidip değişimler yapsak bile, kurtardığımız gelecek bizi geçmişe yollayan olmayacak, geçmişte yaşayanların alternatif geleceği olacak. 

Hikayesine gelecek olursak; Tokyo'da yaşayan Malcolm adlı bilim insanı, Amerikalıların sahip olduğu Skynet'in birgün insanlığa ihanet edeceğinden emindir ve ona rakip olması için kendi yapay zekasını yaratıyor; Kokoro. Zamanı gelip Malcolm'un da tahmin ettiği gibi 29 Ağustos 1997'de Skynet tüm dünyayı atom bombasına boğunca, Kokoro yardım etmek ve Skynet ile mücadele etmek için kendisinin artık "online" edilmesini istiyor. Çaresizlikten de olabilir, kendi yarattığı yapay zekanın ahlaki olgusunun sağlamlığına olan inancından da olabilir, Malcolm bu isteği kabul ediyor ve Kokoro'yu online hale getiriyor. Ne oluyorsa bundan sonra oluyor.


Yapımda orijinal seriye ithaflar görmek mutlu ediyor. Yine geçmişe gönderilen kötü terminatörün polis kıyafeti giymesi bize Terminator T-1000 i hatırlatıyor. 3-5 mini göndermeyle gönlümüzü hoş etse de genel itibariyle bekleneni verdiğini söyleyemem. İlk sezon için böyle. Yani evet, izlenme olarak beklentiyi karşılarsa ki umarım karşılar, serinin devam sezonları olacak gözüküyor. Diğer türlü zaman paradoksuyla kendisine koca bir yeni alan açmış olmanın bir anlamı yok. John Connor'dan devam edip geçebilirdin. 

Son sözüm Netflix'e. Netflix altyazı kısmında bocalamış. Seslendirme dili olarak Japonca ve İngilizce var. Altyazı da ise Türkçe seçeneği mevcut. Ancak Türkçe altyazının ne arkadan gelen ses ile bir uyumu var ne de sahne ile. Karakterler sustuklarında bile önünüze bir altyazı metni düşebiliyor alakasız şekilde. Dili olanlar için ingilizce altyazılı izlemelerini tavsiye ediyorum. 

Türkiye'nin Oscar aday adayı Zeki Demirkubuz'un Hayat filmi oldu. Ülkelerin birer birer kendi adaylarını açıkladığı şu dönemde, takip edip izlenecek çok film çıkacağı aşikar. Ancak o nehre dalıp watchlist oluşturmak için henüz erken. O yüzden mevcut listedeki filmleri tüketmeye devam. Korku filmi aşermelerimi baskılamak için seçtiğim Longless filminin olmamışlığı üzerine biraz konuşmam gerekiyor bu yüzden.
Zilyon adet stand up'çının olduğu ve her birinin izleyeni/güleni olduğu düşünüldüğünde, günümüzde güldürmek kolay gibi. Ama korkutmak, germek, tedirgin etmek? işte o ustalık gerektiriyor. 

Gülmek, üzülmek kadar korkmanın da insani bir ihtiyaç olduğunu düşünüyorum. Ve bu ihtiyacı filmlerle gidermek günümüzde oldukça zor. Artık korkmak için filmlere gerek duymadığımızdan da olabilir, filmlerin ucuz hikaye ve kurguyla yapılıyor oluşundan da. Güldürmek kolay olanı. Sıkıysa gel beni korkut. 

Longlegs filmi, bir FBI ajanı olan Lee Harker'ın (Maika Monroe) bir seri katil olan Longlegs'i (Nicolas Cage) yakalama çabasını konu alıyor. Çocuğu olan aileleri hedef alıp kurban seçen Longlegs'in bu cinayetleri işleyiş tarzı ve geride bıraktığı satanist işaretler filmde bir gizem oluşturuyor. True Detective dizisi tadında bir başlangıç ve gizemle bizi karşılıyor film desek yeri olur. Ama gizemi korumada ve çözümlemede kolaya kaçılmış. Sezgileri oldukça kuvvetli olan FBI ajanı Lee Harker'ın bazı gizemleri ve şifreli mesajları çok kolay çözmesi o tadı bir an önce alıp götürüyor. Hikaye ile izleyiciyi bir süre baş başa bırakmak yerine, her şeyi net bir şekilde açıklaması, filmin başında yakaladığı tansiyonu düşürüyor ve izleyici üzerindeki etkiyi zayıflatıyor. 

Ana karakterler olan Lee Harker ve Longlegs, ilgi çekici derin karakterler olarak sunulsa da, karakter gelişimleri tam anlamıyla tatmin etmiyor. Lee Harker'ın doğaüstü sezgi yetenekleri edinmesi ile ilgili, seri katil Longlegs'in bu evreye geçiş süreci ile ilgili de derinlemesine bir keşif sunulmaması, hikayeyi gökten zembille indirilmiş bir anlatı olarak önümüze bırakıyor. 


Filmin yönetmenliğini yapan Osgood Perkins'in korku türündeki önceki yapımlarına bakacak olursak, geçmiş yapımlarına kıyasla daha iyiye gittiği söylenebilir. Bundan sonra yapması gereken güzel olan fikri ve hikayeyi seyirciye daha iyi bir şekilde aktarmak olmalıdır. Yaratılan gizemi bir an önce ve tüm ayrıntısıyla çözümlemek ne kendisine ne de yapıma ne de seyirciye bir fayda sağlayacaktır. Kaldı ki korku türündeki filmler, gizemin filmin finalinde bile tamamen çözülmemesinin ekmeğini oldukça yiyiyor. Hem izlenebilirliği ve bıraktığı etkisi açısından, hem de devam filmine olanak sağlaması açısında. 

Filmdeki en istikrarlı şeyden bahsetmeliyim. Longlegs'i canlandıran Nicolas Cage'in performansı kendisine hayran bırakıyor. Çok bir sahnesi olmasa da kendisinin gözüktüğü sahnelerde seyirciye gerilim takviyesi yapması belki de filmi ayakta tutan ve hala da izlenebilir kılan bir ayrıntı. Yazının başında da dediğim gibi, korku türü zordur, az bulunur. Bu yoklukta yine bir nebze olsa izlenebilir filmler arasına alıyorum bu filmi. O da Nicolas Cage'in oyunculuğu hatırına ki kendisinden de pek haz ettiğim söylenemez. 


Kadroya bakınca Matt Damon'ın, abi Ben Affleck'i bırakıp kardeş Casey Affleck ile beraber film çekmiş olmasını çekici buluyorsun. Sonra gözünü yönetmen koltuğuna çeviriyorsun ki o da ne? Daha bu senenin başında Jake Gyllenhaal gibi bir yıldızın harcandığı Road House filminin yönetmeni Doug Liman. Tamam diyorsun, bir şey beklememeli ama yine de Matt ve Casey için hürmeten izlenmeli. 
Peki The Instigators filmi gerçekten izlenmeli mi?


Film, bir dizi beceriksiz karakterin yer aldığı ve Boston'da geçen bir soygun hikayesini anlatıyor. Matt Damon, para sıkıntısı çeken eski bir asker olan Rory karakterini canlandırırken, Casey Affleck de alkolik ve umursamaz olan Cobby rolünde. Bu ikili, yanlarında bir başka becereksiz karakterle beraber, Boston'daki belediye başkanlık seçimleri sırasında bir soygun planına dahil oluyorlar ve beklenen vurgunu yapamayınca ivedilikle başka bir soyguna yöneliyorlar. O an o binada bulunan Boston'ın eski yozlaşmış başkanını soyma fikrine. Bu saate kadar güzel bir soygun filmi beklerken (ki Affleckler sever soygun filmlerini), bu saatten sonra filmin komediye dönüşebileceğini anlıyorsun. Dönüşebileceğini diyorum, çünkü komedi yapılmak istemiş, dönüştürülmeye çalışılmış ama bir türlü dönüşememiş. 

Senaryo ekibi içerisinde Casey Affleck de yer alıyor. Manchester By The Sea filmindeki performansından sonra kendisine bir hayran kitlesi oluşturan Casey Affleck için, hep abisi Ben Affleck'i geçecek beklentisi var. Ancak şu ana kadar senaryo ve yönetmen olarak çıkardığı işlerde henüz bir şey becerebilmiş değil. Aynı beceriksizliği bu filmde de görüyoruz. Yetersiz ve hikayeye odaklanamayan yapısı ile film için yazı yazmak bir yana dursun, izleyip bitirmiş olmayı bile kendimce bir başarı görüyorum. Ki bu yazıya beni iten de beklentiyi karşılamayan bir filmin oluşturduğu sinir. 

Oyuncular filmi kurtaracak diye bekliyorsunuz. Baştaki iki karakteri geçtim, arkada duran bir Michael Stuhlberg var. O hikayeye girecek ve bize bir şeyler sunacak diyorsunuz, ı ıh. Filmin setine gittiğinden bile şüphem var. Her nerede ise orada bir video kayıt yapıp kurguya yollamış gibi eklenti duruyor filmde. Ondan da ümidi kesince tekrar ana iki karakterimize (Matt Damon ve Casey Affleck) yöneliyoruz. Ama ikisi arasında da derin bir kimya uyuşmazlığı seziyorsunuz. Matt Damon'ın alışılagelmiş karizması bu filmde yerle yeksan olmuş, uykudan henüz kalkmış birinin uyku sersemliğiyle film setine gelmiş, mimiksiz ve fikirsiz bir oyunculuk sergilediğini görüyoruz. Aptal komedilerde biri diğerine göre daha aptal olur ya, bu ikilide daha aptal olan kişi Matt Damon. Geçiyoruz nispeten akıllı olan Casey Affleck'e. Vurdumduymaz ve acımasız mizahlı biririni canlandırmaya çalışırken, zaten hali hazırda az olan tüm enerjiyi de emiyor. 

Görsel açıdan da çekici bir film değil. Garip kamera açıları ve özensiz görsel efektler gözünüze bir iğne gibi batıyor. Hadi müzikleri kurtarabilir belki diyorsun, onda da çuvallıyor. Sahne ve ritim uyumsuzluğu izlerken ayrı bir rahatsızlık unsuru. 


İzlenmeli mi sorusuna dönelim; İzlenmemeli. Yüksek beklentilerle yola çıkılsa da zayıf bir senaryo, tutarsız ve etkisiz karakterlerle dolu bir film. Ve üstüne, usta oyuncularca sergilenmiş berbat oyunculuklar. Bir Coen Brothers filmi olmak istenmiş ama ortaya ucuz bir türk filmi çıkmış gibi.