Scott Beck ve Bryan Woods'un yazıp yönettiği Heretic, yalnızca korku türünün geleneksel unsurlarını değil, aynı zamanda inanç ve insan doğasının sınırlarını sorgulayan bir film. Çok sevdiğimiz yapımcısı A24'ün kalıplarını bile zorlayan bu film, hem entelektüel açıdan, hem duygusal açıdan, hem de inançsal açıdan izleyiciyi gerilimi yüksek ama süreçte çokça düşündürecek bir yolculuğa çıkarıyor. Sorulan her bir soru, aslında cevabı aranan tek bir soruya çıkıyor: Tek Gerçek Din nedir?


Film, iki genç Mormon cemaati misyoneri olan Sister Barnes (Sophie Thatcher) ve Sister Paxton'ın ( Chloe East) yağmurlu bir günde dışarıda mahsur kaldıkları sırada kendilerini Hugh Grant'in canlandırdığı Mr.Reed'in evinde korkunç bir tuzağın için bulmalarını konu alıyor. Hikaye yalnızca bir korku anlatısından ibaret değil, inancın temelleri ve kontrol mekanizmaları üzerine bir görüş belirtiyor. Mr.Reed dinleri 'birbirinin tekrarlayan iterasyonları*' olarak sunması ve asıl amaç olan kontrolü 'tek gerçek din' olarak tanıtması filmin ana temasını oluşturuyor. 

Mr.Reed, misyonerleri hem fiziksel hem de zihinsel sınavlardan geçirerek kendi ideolojik argümanlarını ispatlamaya çalışıyor. Sorduğu her bir soru, yaptığı her bir hareket, ileride geleceği sonuçlara ve çıkarımlara birer hazırlık mahiyetinde. Evine buyur ettiği mormon misyonerlere ilk olarak ikram ettiği kola ile bunun ilk sinyalini veriyor. Zira mormonlar kahve, kola gibi kafein barındıran içecekler tüketmezler. Misyonerlerden daha fazla konuya hakim olan Mr.Reed, bu yaptıklarıyla ve sorduğu sorularla kızların inançlarına ne denli bağlı olup olmadıklarını tartıyor. 

Mr.Reed'in kullandığı metaforlar, filmin derinliğini oluşturan önemli unsurlardan biri olarak dikkat çekiyor. Monopoly oyunu örneğinde mesela, modern dinlerin tarihsel olarak eski inanç sistemlerinden nasıl türetildiği fikrini ortaya koyuyor. İslamı, Hristiyanlık anlatısının üzerine inşa edilmiş yeni bir versiyonu, Hristiyanlığı da Yahudilik anlatısı üzerine gelmiş yeni bir versiyonu olarak tanımlıyor. Her bir dini ayrı ayrı görenler için farklı bir bulgu gibi görünse de, 3 semavi dinin zaten birbirinin devamı olduğunu ve tamamlayıcıları olduğunu kabul etmiş, özellikle İslam inancı için çok da tutulur bir farkındalık olmadığını belirtmek gerekiyor. Ancak bu dinlerdeki kurtarıcı figürleri, eski pagan tanrılarıyla karşılaştırıp, Horus, Mithras ve Krishna gibi mitolojik figürlere olan benzerliklerini sunması anlatıyı biraz değiştiriyor. Horus, su üzerinde yürüyen ve çarmıha gerildiğinde geride 12 havari bırakmış biri iken, Krishna bir marangozdu ve bakire bir anneden doğduğu söyleniyordu.


Mr.Reed'in üzerilerinde "belief "(inanç) ve "disbelief" (inkar) yazan kapı metaforu ile de anlatmak istediği bir şeyi sunuyordu. Tutsak ettiği misyonerlere kurtulmaları için yönlendirdiği bu 2 kapıdan birini seçmelerini istiyor. İki kapıyı da açarak ardını kontrol eden genç kızlar, her iki kapının aynı yere çıktığını görseler de, hangi kapıdan çıkacakları konusunda birbirlerini ikna etmeye çalışıyor. Son derece bireysel bir seçim gibi görünse de toplumsal kontrolle bu seçimlerin inanç çatısı altında şekillendiğini, Sister Paxton'ın tercih ettiği kapısını sonradan değiştirdiği bu sahnede görüyoruz. 

Filmde sıkça kullanılan bir diğer metafor ise kelebek. Bunun ile Kelebeğin Rüyası isimli bir tao hikayesine göndermede bulunuyor ve bunu direkt olarak sonradan da anlatıyor. Uyduğunda kendisini bir kelebek olarak gören Çinli bir filozofun, uyandıktan sonra kendisine "ben rüyasında kelebek olduğunu gören bir insan mıyım, yoksa rüyasında insan olduğunu gören bir kelebek mi?" sorusuna. Bu görüşe göre ölüm bir son değildir. Ölüm ile uykudan çıkılan bir uyanış gerçekleşir ve uyanışın belki de bir gerçeğe varış yolu olduğunu var sayar. Ki buradan da simülasyon teorisine giriş yapacaktı ki muhatabı olan kızın bu konudaki bilgisizliğini görünce fazla eşelemedi Mr.Reed. Ancak bu kelebek anlatısını filmdeki diğer anlatılardan ayrı tutan bir şey var ki o da filmin sonunun belirsizliğinde önemli bir rol oynuyor oluşu. Yönetmenlerden biri "filmden çıkan her izleyicinin mutlaka bir son fikri olmasını istiyoruz. Ancak herkesin sonu ayrı olsun istiyoruz" diyerek açık uçluluğu kasıtlı olarak tercih ettiklerini anlıyoruz.


Filmin oyunculuğuna bakacak olursak, 3 karakterli bu yapımda herkes üzerine düşeni iyi yapmış diyebiliriz. Hugh Grant, Mr.Reed karakteriyle en karanlık ve en unutulmaz performanslardan birini sunuyor. Olgun, entelektüel ve çekiciliğini, sıradan bir nezaketin altında yatan tehditkar ve tehlikeli imajını gizlemek için kullanırken izleyiciyi büyülüyor. İnce mizahı ile Hugh Grant'in diyalogları Guy Ritchie filmi havası da veriyor. Misyonerlerde ise Sister Barnes daha stratejik tavırlar sergilerken, Sister Paxton ise daha masum ve saflığı temsil ediyor ve her iki oyuncu da bu karakterleri izleyiciye güzel aksettiriyor. 

Filmin görsel dili, klostrofobi hissini kuvvetlendiren dar geçitler ve soğuk renk paletleriyle dikkat çekiyor. Mr.Reed'in evinin labirent benzeri yapısı, metal kaplamalı duvarları hem fiziksel hem de metaforik olarak tuzak hissi yaratıyor. 


Heretic, izleyicinin şu soruları sorup kendince cevaplar bulmasını isteyen bir film: İnandığımız şeyler ne kadar bizim seçimimiz? Din ve kontrol arasındaki ilişki, bireyin özgür iradesini ne kadar etkiler? İnandığın din orijinal yapım mı yoksa önceki bir dinin iterasyonu* mu?
Film, bu soruları açık uçlu bir şekilde bırakarak izleyiciyi kendi yanıtlarını bulmaya davet ediyor. Din ve inancın çelişkilerini irdeleyen, korku türünün çok ötesine geçen, teolojik ve felsefi bir inceleme filmi diyerek kategorisini biraz geniş tutabiliriz. Mr.Reed'in karşısında tutsak olan misyonerlerin henüz çömez iki genç olmasındansa, daha bilgili ve entelektüel açıdan Mr.Reed'e en azından tok cevaplar verebilecek karakterlerin olmasını tercih ederdim. Belki filmin sorduğu sorulara kısmen cevaplar da bulunabilir, herkes kendi başına bırakılmayabilirdi. Karşısına Kızıl Goncalar dizisinden  Cüneyd Efendi'yi koy, gör o zaman hem fikirsel çatışmayı ve hem de fiziksel gerilimi.

*iterasyon: denklemin önceki verilerinden faydalanarak bir sonraki sorunun çözümüne ulaştıran yapı, formülasyon. Bu tekrar da olabilir, her seferinde kendini biraz daha geliştirmiş bir yapı da.
Direkt bir kelime ile çevrilemediği için olduğu bu şekilde kullandım.

Memoir of a Snail, yüzeyde sıra dışı bir stop-motion animasyon gözükse de, derinlerde çok daha melankolik duygular ve aynı zamanda umut dolu anlar sunan çok katmanlı anlatısı olan bir yapım. Filmin ana karakteri Grace Pudel, hayatındaki tüm acıları ve kayıpları bir salyangoza anlatıyor ve bizler de bu anlatıyı dinliyoruz. Annesini doğumda kaybedişi, uğradığı akran zorbalığı, babasının trajik ölümü, ikiz kardeşi Gilbert ile ayrılışı... Yeter gibi duruyor, ama yetmiyor, dahası geliyor. 



2009 yapımı ve IMDB Top 250'de bulunan Mary and Max animasyonunun da yönetmeni olan Adam Elliot'un senaristliğini ve yönetmenliğini yaptığı Memoir of a Snail filminin en güçlü yönlerinden biri Grace'in (Succession dizisinin Shiv'i Sarah Snook seslendiriyor) kişisel dramını zamansal sıçramalarla ve kardeşiyle olan yazışmalarıyla ilerleten kurgusu. Filmin içerisindeki karakterlerin konuşmaları hiç yok denecek kadar az, duyguklarımızın tamamına yakını bu dış ses anlatımlarıyla oluşuyor. Anlatıdaki bu tercih, hem karakterlerin derinleşmesine hem de izleyicinin onunla bağ kurmasına olanak sağlıyor. Ancak bu durum izleyiciye de çok bir düşünce açısı bırakmıyor. İzlediklerimiz üzerinden karakter duygusunu tahmin etme durumu ortan kalkıyor, çünkü karakter direkt bize her şeyi anlatıyor.

Filmin kurgusu bazı izleyiciler için duygusal anlamda yorumu olabilir. Grace'in hayatındaki trajedileri arka arkaya sıralarken seyircisine bir nefes alma fırsatı vermiyor. Bu kurgusal yapı filmi melankolik açıdan ağır yapsa da, anlatının kasvetli atmosferine katkı sunuyor. Yönetmenin önceki filmi Mary and Max'te kara mizah başvurusu daha yoğunluktaydı. Ancak Memoir of a Snail'de, mizahı biraz daha kısıtlı kullanarak genel anlamda daha karanlık bir ton oluşturmuş Adam Elliot.

Filmin en dikkat çekici metaforlarından biri, Grace'in kendi kabuğuna çekilmesi. Tıpkı küçüklükten beri hayranı olduğu ve sonrasında arkadaş edindiği salyangozlar gibi. Yaşadığı her bir acıyla daha da ağırlaşan ama aynı zamanda kendi benliğini,kişiliğini oluşturduğunu düşündüğü kabuğunu, üzerinden çıkarıp atmanın zorluğunu yaşıyor. Hayatı kendisine dar edenin o kabuğun kendisi olduğunu sonunda farkediyor ve ondan kurtulmanın ne kadar özgürleştirici olabileceğini farkediyor. Bu fark edişi, tek dostu Pinky'nin şu tavsiyesi ile oluyor: "Hayat ancak geriye doğru anlaşılabilir. Ancak ileriye doğru yaşamak zorundayız. Salyangozlar asla bıraktıkları izlerinden geri dönmezler, her zaman ileriye doğru hareket ederler. Dünyanın her yerinde parıldayan salyangoz izleri bırakmanın zamanı geldi. Ve unutma, asla, asla geri dönme."


Grace'in içe kapanıklığı ve kabuklarına sığınması, hayatındaki kayıpların ve karşılaştığı zorluların bir yansımasıdır.. Ancak bu, onun zayıf bir karakter olduğu anlamına gelmez. Grace, hayatın sunduğu her darbeyle kendi içsel gücünü yeniden keşfeder. Özellikle Pinky'nin varlığı, Grace'in jayata daha farklı bir açıdan bakmasını sağlıyor. Pinky, hayatın ne kadar zor olursa olsun, her anının değerini bilmesini gerektiğini Grace'e hatırlatan kişi oluyor. 

Film aynı zamanda bir Japon felsefesi olan Kintsugi'ye atıfta bulunuyor. Bu felsefeye göre "kırılan her şey tamir edilebilir ve eskisinden daha güzel hale getirilebilir"di.  İnsanın yaralarını saklamak yerine onunla barışmasının ve hatta onları birer güç sembolü olarak kabül etmesinin gerekliliğini amaçlayan bir düşünce. Acılarla dolup taşan bir hayatın ağırlığını sırtında taşıyan herkese bir mesaj iletmek istiyor burada. Kabuklarınızı daha fazla yük edinmeyin ve bırakıp ileriye doğru adım atma cesareti gösterin. Çünkü hayat ileriye doğru yaşanıyor.


Filmde Grace ve ikiz kardeşi Gilbert, babalarının vefatından sonra çocuk hizmetleri tarafından, Avustralya'nın iki ayrı uçtaki eyaletlerinde yaşayan iki ayrı aileye evlatlık olarak veriliyorlar. Bu iki ailenin birbirinden uzaklığı sadece mesafe anlamında da değil. Grace'in verildiği aile swinger partileri yapan bir çift iken, ikizi Gilbert'in verildiği aile ise elma çiftliği işleten koyu dindar bir aile. Grace'in ailesi Grace'e çok bir yük olmaz iken, Gilbert'in ailesi ona yaşamı dar ediyor. Yönetmen burada 'sizler için şer görünende hayır, hayır görünende şer vardır' mesajı iletmek mi istiyor bilinmez.  

Filmin oyuncu kadrosu evet, birkaç oyuncaktan ibaret ama seslendirme kadrosu oldukça zengin. Succession dizisinden Sarah Snook, Münih filminden Eric Bana, 2 Oscar adaylı Jacki Weaver ve hatta en sevdiğim ozanlardan Nick Cave

6 Aralık'ta vizyona girecek bu film soğuk kış gününde içinizi ısıtabilir. Bir deneyin.