Farzedin ki Tv, radyo ve internetin son dakika haberlerinde çocuğunuzun okuduğu okulda yaşanan olaylar sonucu ölülerin olduğunu söylüyorlar. Telefonunuza düşen kayıtsız onlarca aramalara cevap vermeyip, kendisinden sağlıklı bilgi alabileceğinizi düşündüğünüz kişiyle şöyle bir konuşma geçiyor. 

A: Okulda olaylar yaşanmış. Bir saldırı olayı.
B: Evet, sekiz öğrenci öldürüldü
A: Oğlum? Peki o..?
B: Hayır, o hayatta.
A: Ohh şükür
B: Onları öldüren kişi... oğlundu.
A: ...

Filmde geçmeyen bir diyalogtu bu ama gerçekte geçtiği yerler elbet olmuştur. Mass filmi, buna benzer bir olayda çocuklarını kaybeden ebeveynler ile çocuklarını katleden çocuğun ebeveynlerini bir odada birbirleriyle yüzleştiriyor. Maktul tarafından olayların gelişimi zor olsa da basitti. Çocuk o gün her zamanki gibi okula gider ver ve ölür. Peki katil cephesinde de olay bu kadar kısa bir sürecin sonucunda mı cereyan etmişti, yoksa tüm bu olayın başlangıcı birkaç gün öncesine, aylar öncesine veya yıllar öncesine mi uzanıyordu? Filmde bu yüzden maktulun ailesinin vereceği cevaplardan öte, katilin ailesinin vereceği cevapları daha önemli kılıyor. O da diğer çocuk gibi ailesinin kuzusu, bir tanesi iken, hangi evrede ve nasıl bir ölüm canavarına dönüştü, o kısmı irdeliyor ve öğrenmek istiyor film. Yer yer katilin ailesiyle empati kurmamızı sağlayarak, olayın tek mağduru öldürülen kişi ve ailelerin değil, katilin kendi ailesinin de mağdur olabildiğini düşünmeye itiyor. Maktulun annesi/babası olmak mı yoksa katilin annesi/babası olmak mı? Sizce daha zor olan hangisi?

Mass filmi, uluslararası birçok film festivalinde aday olarak yarıştı ve aday olduğu bazı ödüllerin de sahibi oldu. Tek mekan filmi diye tabir edebileceğimiz bu filmde oyuncular arasında ,ki asıl filmi oynayan kısım 4 kişiden ibaret, tanıdık sinemalar bulunuyor. Harry Potter serilerinin Lucius Malfoy'u, The OA dizisinin Dr. HunterJason Isaacs, son dönemde Hereditary filminde ve The Handmaid's Tale dizisinde gördüğümüz Emmy ödüllü aktris Ann Dowd ve House of Cards dizisindeki rolünde Başkan Yardımcılığına yükselen Reed Birney var. Asıl tanıdık olmayan kişi yönetmenin kendisi, Fran Kranz.


Mass filmi, yönetmeni olan Fran Kranz'ın yazdığı, yönettiği ilk ve tek filmi. Daha önce sinema filmlerinde ve dizilerde yan karakter olarak oyunculuk yapan Fran Kranz artık kameranın arkasına geçiş yapma akımına üye olmuş ve bunu başarıyla da ilk filmiyle icra etmiş genç yönetmenlerden biri. Bu başarıyı yakalamış bir diğer genç yönetmen Philip Barantini'nin Boiling Point filmine blogumuzda yer vermiştik. Bu iki yeni yönetmenin yakından takip edilmesini, sinemaya yönetmen olarak dahil olmak isteyen gençlere fazlasıyla öneriyorum. Usta ve veteran yönetmenlerin ilk aşamada örnek alınması başlangıç aşaması için pek doğru değil. En zoru olan ilk adımı yıllar önce mecranın dar olduğu bir zamanda atmış olan Usta yönetmenlerin bu konuda yeni yetme yönetmen adaylarına güncel sunabileceği bir şey yok. Önceden olsa "eline bir kamera al ve ilgini çeken her şeyi çek" derlerdi. Bugün bunu 12 yaşındaki bir çocuk tiktok sayfası için fazlasıyla yapıyor. Bu yüzden miadını doldurmuş bir tavsiye olarak rafa kaldıralım bu fikri. Boiling Point ve Mass filmine bakıp bu ilk adım için bir fikir çıkarmam gerekecek olursa o da iyi oyuncularla, ama dar prodüksiyonla ilk adımı atmak daha kolay olacaktır fikrini ediniyorum. 

Üzerine tezler yazılan, simülasyon teorisini güzel ve en popüler şekliyle anlatan ve ortamlarda konuştukça derinleşen The Matrix üçlemesinin devam filminin neden çekildiğinin bir dedikodusu vardı. Ve bu dedikoduyu yine filmin içersinde kendisi doğrulamış oldu. Peki buna değdi mi? Buna hem iki kelimelik, hem de tek kelimelik cevabım var. Önce tek kelimelik olanıyla başlayayım; hayır!


Tüm zamanların en iyi filmlerinden biri olan The Matrix'in çok beklenen devam filmi The Matrix Ressurrections 22 Aralık çarşamba günü online platformda, 24 Aralık itibariyle de sinema salonlarında gösterime girdi. The Matrix 1999 yılında vizyona girdiğinde hem sinema dünyasında hem de bilimkurgu alanında çığır açmıştı. Kullandığı efektler kendisinden sonra yapılan tüm filmleri ve hatta oyun platformlarını etkilemişti. Son dönem Hollywood sinemasında trend olan ve 'nostalji madenciliği' diye adlandırılan geçmişi yeniden deşmeye The Matrix de dahil edildi. Peki bunu isteyen orijinal üçlemenin senaristliğini ve yönetmenliğini yapan Wachoswki Kardeşler miydi? Hayır! İsteyen Warner Bros'tu.

Bilindiği üzere bir filmin sahibi, ne o filmin yönetmeni, ne de senaristidir. Filmlerin sahibi ve telif hakkı onların yapımcılarına aittir. The Matrix'in yapımcısını olan Warner Bros'un, Hollywood'daki nostalji madenciliği akımına elindeki en iyi malzemelerinden birini süreceği 2017 yılında konuşulmaya başlanmıştı. Aslında bunun için 2017ye kadar beklememişti, devam filminden yana olmayan Wachoswki kardeşleri yıllarca ikna etmeye çalışmış ve bunda başarılı olamamıştı. 2017'de değişen isen Warner Bros'un Wachowski Kardeşlere verdiği ültimatomdu ve bunu filmin başında bir karakterin ağzından öğrenmiş olduk: "Sizli veya sizsiz Matrix'in devam filmi kesin çekilecek". Hatta bunun için Marvel filmlerinin senaristlerinden olan Zak Penn ile de anlaşılmıştı. Wachovski'ler tam da bu noktada devreye girdi ve filmi kardeşini ikna edemeyen Lana Wachowski tek başına üstlendi, zorla da olsa. Kardeşinin yerini de Sense8'te beraber çalıştığı David Mitchell ve Aleksander Hemon'ı aldı. Peki ortaya nasıl bir şey çıktı?


Öncelikle söyleyeyim, bu yazı The Matrix Ressurrection filminin ayrıntılı bir okuması değil. Bunu yapmam demek, ilk üçlemedeki birçok teorimi kaldırıp çöpe atmak demek oluyor ki buna kalemimden öte, bünyem müsade etmez. O yüzden daha yüzeysel şekilde bir yazı olacak. Filmin neden olmadığı ve yukarıdaki "hayır" cevabını neden verdiğim kısmına değineceğim bir yazı olacak.

Üçlemenin takipçileri duyurunun yapılmasından sonra yıllarca bu filmi bekledi ve inanıyorum ki ekseriyeti benim gibi büyük ama çok büyük bir hayal kırıklığı yaşadı. Filmin ilk yarısı Saturday Night Live parodisi kıvamındaydı. Bol miktarda orijinal filmden sahne alıntıları ve göndermeleri bu bölümün en güzel tarafıydı, yani hala üçlemenin ekmeği yenmeye çalışılmıştı. Ve bunu yaparken dördüncü filme bağlantı yapmak ya da konuyu biraz ısıtıp ortamı ve seyirciyi alıştırmak için değil, skeçler halinde gösterir gibi önümüze konmuştu. Sanki bir film değil, üçlemenin kötü yapılmış bir belgeselini izliyor gibiydi. 

Filmin ikinci yarısına gelindiğinde alışılagelmiş aksiyon sahnelerine kısmen de olsa kavuşulmuştu. Fikri oturtamadık, işi aksiyona vuralım bari demişlerse de onu da pek becerememişler. Uçan-kaçan, kungfusuyla dillere destan "Chosen One Neo" gitmiş, geriye sadece ellerini öne doğu açıp mermi durduran "Kalkan Neo" gelmiş. Bu noktada film içersinde yine bir parodilik sahne var. Filmin ilk yarısında 'sözde Matrix oyununun' yapımcılarından birinin sarfettiği "Matrix denince insanların aklına tek bir şey geliyor, Bullet Time. Bizim yeni bir Bullet Time'a ihtiyacımız var" sözü. Bu söz kısmen çok doğru. Fikirsel altyapısını bir yana bırakacak olursak, kullandığı Bullet Time efekti ile sinemada çığır açmıştı The Matrix ve yine böyle çığır açabilecek bir efekt ile yeni filmi taçlandırmak istemişler. Bunun için de seçilen methodun filmin ikinci yarısında Bullet Time ile gerçek zamanın harmanlanmış olduğu sahnedeki efekt seçilmiş, ama yok dostum, defalarca kullanılan bir efekt o. Ve bu filmde kullanımı da oldukça kötü şekilde olmuş. Sinemada değil de, tüplü bir televizyonda sinema çekimi bir kasetten izliyormuşum hissi verdi. Orada da çuvallıyor film. 

Nihayet ikinci yarısında, serinin üçüncü filminin final sahnesine atıf ve devamında olayların nasıl geliştiğinin anlatıldığı bağlama kısmı var. Zion'a ne olduğu ve yeni yerleşim yerleri olan IO'ya nasıl geçildiği üstün körü de olsa anlatılmış. Serinin ilk filmindeki Neo'yu arayış ve sistemden çıkarmaya çalışma uğraşısı bu kez Trinity'i için sarfediliyor ve ta-tam yeni bir chosen one'ımız oluyor. Üçleme çekilirken erkek olan Wachowski'lerin cinsiyet değiştirmeleri, seçilmiş kişinin cinsiyetini de değiştirmeye mi itti, yoksa Matrix'i bir Marvel dünyasına çevirmek mi istemişler onu henüz idrak edemedim.

Yazının başında bahsettiğim iki kelimelik cevabım ise "bekleyip göreceğiz". Evet, Warner Bros şimdiden Matrix 5 hazırlıklarına başladı. Serinin 5.filminde Wachowski'lerden biri ya da her ikisi mi olacak, yoksa Marvel'dan kiralık senaristler mi tutulacak, o kısım şimdilik muamma. Tüm bu anlattıklarım içersinde belki de en büyük hayal kırıklığım Merovingian oldu. Cast'ta onu görünce heyecanım ve beklentim daha da yükselmişti ama filmdeki rolü Gora filmindeki Garavel'den öteye gidememiş.

New York Ünivesitesi (NYU)'nde, Starwars'un yapımcı/yönetmeni George Lucas ve eşi Mellody Hobson'un yaptığı bağışla, eski öğrencisi Martin Scorsese adına Film Enstitüsü kuruluyor. Enstitü ile geleneksel sanat kavramı muhafaza edilip, yeni kurulacak olan Virtual Production Center (Sanal Üretim Merkezi) ile de sanatın geleceğinde önemli rol oynamak isteniyor. 

Martin Scorsese Virtual Production Center, doğu yakasındaki ilk akademik sanal prodüksiyon tesislerinden biri olacak ve NYU Tisch'i sinema sanatları eğitiminde küresel bir lider haline getirecek. NYU Tisch öğrencilerinin bu yeni teknolojinin öncüleri olmalarını sağlayarak, onları film ve televizyon endüstrisindeki en iyi kariyerlere hazırlarken, aynı zamanda sahne sanatları, tasarım ve dans alanlarında eğitim ve işbirliği fırsatlarını genişletecek.

SANAL PRODÜKSİYON ve FİLM YAPIMININ GELECEĞİ

Lucas Film'in The Mandalorian ve Scorsese'nin The Irıshman filmlerinde de kullanılan bu teknolojinin öğretilip yaygınlaştırılmasıyla film yapım sanatının değiştirileceği tahmin ediliyor. 


Peki bu sanal üretim neyi ifade ediyor?

Sanal prodüksiyon, fiziksel ve dijital dünyalarda geçen sahneler oluşturmak için oyun motoru yazılımı, grafik kartları, AR ve VR kullanıyor. Oyuncular ve yönetmenler, post prodüksiyon yerine gerçek zamanlı olarak görsel efektler yaratan sanal bir ortamda çalışacaklar. Oyuncular, çevrelerine doğal bir şekilde tepki verebilir ve yönetmenler sahneleri, çekimleri hassas bir şekilde planlayabilir, son ürünü kamerada görselleştirebilir ve öğeleri kolayca manipüle edebilecekler. Post prodüksiyon maliyetlerini ve yerinde çekim yapma ihtiyacını azaltmak için manzaraları yeniden şekillendire bilecekler.

 Örneğin, The Mandalorian , yüksek çözünürlüklü bir LED ekran kullanarak yapım sırasında oyuncuları canlı görüntülere çekerek gerçek zamanlı olarak tüm dünyaları yaratırken, Scorsese'nin The Irishman'i başrol oyuncularının daha genç göstermek için hareket yakalama da dahil olmak üzere bir dizi son teknolojiyi kullandı.

Martin Scorsese: "Bu benim için çok özel ve dikkate değer bir onur. Sevgili arkadaşım George Lucas'a, karısı Mellody Hobson'a ve bu onur için onların olağanüstü kuruluşuna teşekkür ediyorum. Bu son teknoloji Enstitü, mezun olduğum NYU'nun Tisch Sanat Okulu'nda olacağından iki kat daha fazla mutluyum."

“Sinemanın teknolojik gelişiminin bu aşamasında, her yönelime ve takıntıya sahip film yapımcıları her türlü nedenle dijital değişimi kullandığında, sanal üretim ileriye doğru bir kuantum sıçramasını temsil ediyor. Çalışırken görselleştirmemizi sağlar. İster hayali bir dünya yaratıyor olun, ister geçmiş bir dünyayı yeniden yaratıyor olun, sanal üretimin hızı, yarattığımız şeyi gerçek zamanlı olarak görmemizi sağlar. Onunla düşünebiliriz. The Irishman'de , gelecekte sinema yapan herkes için çok önemli olacak bu değerli yeni araç olmasaydı ne yapardım bilmiyorum." 

(The Irishman)

Yönetmen Jane Campion, on yılı aşan uzun metraj sinema film sessizliğini, bir western filmiyle bozuyor; The Power of The Dog. Vizyonun ardından Netflix'te de gösterime giren bu filmde Montana'nın uçsuz bucaksız düzlüklerinde geçen bir hikaye anlatılıyor. Başlangıçta Netflix ayrıntısını vermiş olmam sizde bir takım anlamlar oluşturmuştur elbet, evet o da var. 


The Power of The Dog, 1920'lerin Montana'sında, büyük bir çiftlik işleten varlıklı Burbank kardeşlerin hikayesini anlatıyor. bu kardeşler; karizmatik ama sakin büyük kardeş Phil (Benedict Cumberbatch) ile daha nazik, sakin ve kibar George (Jesse Plemons).  Yıllardır süre gelen dengesiz kardeşlik ilişkileri, bir gün kasaba lokantasında çalışan Rose (Kirsten Dunst) ve oğlu Peter (Kodi Smit-McPhee) ile karşılaştıktan sonra değişiyor. Phil, Rose'u aşağılıyor, oğlu Peter ile alay ediyor, fakat buna karşın George, Rose ile evleniyor. Rose'un eve gelişi Phil'in iktidarını tehdit etse de, oğlu Peter'ı yanına çekiyor. Bu yakınlık da karakterlerin gizli arzularının, yaralarının ve hesaplaşmaların açığa çıkmasına neden oluyor. Ve finale doğru yolculuk başlıyor.

Yönetmenin görsel ve anlatısal bir başarısı var, bu yadsınamaz. Western filminden beklenen iktidar kavgaları, kadın aşağılamaları vs hepsini içeriyor. Netflix etkisi olan bastırılmış cinsellik ve kimlik arayışı da ekstrası oluyor. Ama olmayan bir şeyleri var bu filmin. Aşırı yavaş tempoya sahip olması ve gereksiz uzun olması izlerken ritmi düşürüyor. Hikayeni gerilimi bilinçli olarak biriktiriliyor fakat tatmini için uzun bir bekleyişe ihtiyaç duyuyor.

Karakter derinliği de çok vermiyor. Phil'in geçmişine, Henry ile ilişkisine ve cinsel yönelimine dair imalar olsa da film bunları açık bir psikolojik derinliğe taşımıyor. Bir diğer yüzeysel karakter de Rose oluyor. Rose'un çöküşe sürüklenmesi filmin hikayesi açısından dramatik bir öneme sahip olmasına rağmen, bu süreci çoğunlukla dış gözle gösteriyor yönetmen bize. Karakterin iç dünyası çok açılamadığı için Rose nihayetinde basit bir kurban gibi işleniyor.


Sonuç olarak The Power of The Dog, hikaye anlatımı bakımından kendi ağırlığının altında ezilen bir film olmuş. Oyuncuların güçlü performanslarına rağmen, karakterlerin içi boş tutulması, filmi duygusal bir derinlik sunmak yerine, seyirciyi dışarıda tutan bir hale getiriyor. Ortaya çıkan yapım, görsel olarak çarpıcı ama anlatı olarak eksik. Ses getirebilecek ama izlerken tatmin etmeyecek bir film olarak kayıtlara geçer diye tahmin ediyorum. 

Stephen Graham'ın başrolde olduğu ve hem kendisinin hem de diğer oyuncuların oldukça başarılı iş çıkardıkları tek çekimle yapılan Boiling Point filmi, tek çekimli filmlerin şu ana kadarki zirvesi olan Victoria filmine başarı anlamında en yakın olanı olmuş. 

Vinette Robinson (Carly)  - Stephen Graham (Andy Jones)

Philip Barantini'nin yazıp yönettiği "Boiling Point (Kaynama Noktası)", yükselen bir Londralı bir şef olan Andy(Stephen Graham)'nin  en kötü gecesinin hikayesini anlatıyor. Filmin başında ailevi sorunlar ile baş ettiği anlaşılan Andy için kötü gün tanımı bununla da bitmiyor. Christmas dönemi sosyal medya influencer'ları için fazladan yapılmış rezervasyonlar, yükselmekte olan bu gözde mekana göz dikmiş eski bir ahbabın yanında getirdiği yemek yorumcusu ve tüm bunlara fındığa alerjisi olan bir müşteriye sunulan fındık soslu yemek... Tüm bunlar Andy'de kaynama noktasını oluşturan olaylar bütününe dönüşüyor. Ailesinin ve işinin yavaşça elinden kayıp gidişine çaresiz kalan Andy, bu kötü gidişatın sebebini ise kendisi olarak görür. İçki ve uyuşturucu onu bu hale getirmiştir. İşte tam bu noktada taze yönetmene not düşmeliyim.

Philip Barantini, yıllarca küçük roller ile sinema ve tv sektöründe bulunmuş, ama bu figüranlık maaşıyla geçinemediği için ek iş olarak lokantalarda çalışmış biri. Ve uzun süre içki sorunu çekmiş, nihayetinde tedavi görüp kendisine temiz bir sayfa açmış. Son 6 senesini ayık geçiren yönetmenin kişisel hayatının yükselişi de aldığı bu karar sonrasında başlıyor. 20 senelik figüranlık ve yan rollerin ardından kameranın arkasına geçme kararı alıyor. Çektiği 3 kısa filmin içerisinden bir filmi diğerlerine göre tutunca onu uzun metraj olarak çekmeye karar veriyor ve işte o film Boiling Point.

Yönetmenliğe geçiş yapan herkesin bütçeyi minimize etmek için tek mekan fikirlere yatkınlığı vardır. Filmin çekildiği yer Londra'nın kuzey doğusunda, Hackney civarında bulunan Jones & Sons mekanı. Yönetmen Philip Barantini, aktörlük zamanlarından arda kalan zamanlarda burada garsonluk yaptığı için mekan sahiplerinden izin koparma kısmını da kolayından halletmiş.
 
Barantini tek mekan film türünü seçiyor ama çekim olarak en zorunu kendisine challange yapıyor; tek çekim. Başta söyleyeceği "action! (motor!)"  sözünden sonra ağzından çıkacak olan bir sonraki kelime "cut! (kestik!)" ile arasına bir film sığdırmak için senaryonun uygunluğu, çekim öncesi provaların sıklığı ve bunu zorluğu kotarabilecek oyunculuk gerekiyor. Oyuncu kısmını ilk önce hallediyor Barantini ve o konuda da (mekan bulma gibi) şansı yaver gidiyor. Daha önceden tanışıklığı olduğu Liverpool'lu hemşehrisi Stephen Graham'a gidiyor. Kabul ediyor ve ondan bir şey daha istiyor. Filmde kendisine eküri olacak olan sos şefini (Carly) de Stephen'ın bulmasını istiyor. Filmdeki karakterlerin birbirine olan yakın kimyasını gerçek hayatta da yakalayabilmiş olduğu kadın bir oyuncu arkadaşını bu filme ikna etmesini istiyor ve o da Vinette Robinson'la anlaşıyor. Ve her ikisi de gerçekten mükemmel iş çıkarıyor. 


Stephen Graham & Philip Barantini



Her gün 2 kez olmak üzere 4 gün baştan sonra tüm filmin 8 kez çekilmesi planlansa da ilk gün yapılan 2 çekimin ardında oluşan stresin daha fazla kaldırılamayacağını anlaşılmış. Ve ertesi gün de 2 çekim yaparak toplamda 4 çekim yapılmış. Her ne kadar teknik açıdan 4. çekim yönetmenin hoşuna gitse de, 3. çekimdeki oyunculuğu daha çok beğenmiş ve 3.çekimi kullanmaya karar vermişler. 90 dakika süren filmin çekimi Sony Venice kamera ile yapılmış ve filmde oyuncuların koordinasyonu sağlanması için 37 adet kulaklık kullanılmış. 

Son bir haber; filmin hazırlık ve çekim sürecini de kayda alan yönetmen yakında bu görüntüleri 30 dakikalık bir belgesel olarak izleyiciye sunmayı planlıyor.



Neredeyse tüm bilimkurgu filmlerinin atası, kutsal kitabı, baş tacı olan, Frank Herbert'in 'çekilemez' olarak anılan kült romanı, uzun yıllar boyunca sinema uyarlaması bekleyenler için yarım kalmış bir hayaldi. Gerek David Lynch'in tartışmalı 1984 yılı yapımı, gerekse Jodorowsky'nin hiç gerçekleşmeyen çılgın prosesi olsun, bu devasa evrenin sinemada hakettiği bir karşılık bulmasını sağlayamamıştı. Ancak bu kez direksiyonda sevdiğim bir yönetmen, Denis Villeneuve var. 



Dune evreni hakkında doğrudan pek bir şey bilmeyenlerden olabilirsiniz. Ama bu değil ki dolaylı da olsa ondan hali kalasınız. İzlediğiniz bir çok bilimkurgu filminin ana gövdesinde Dune kitabı var. Hayranlık duyduğunuz karakterler, o mutlak kurtarıcılar, uzay çağının sömürü düzeni...Bunun gibi onlarca yapım Dune kitabından referanslı. Star Wars serisini izliyor, bir gezegenin diğer gezegenleri sömürdüğüne tanıklık mı ediyorsunuz? Dune'dansınız. Matrix izliyor ve kehanetlerde zikredilen, kahinin müjdelediği o 'The One'ı mı bekliyorsunuz? Dune'dasınız. Güç savaşı için güçlü hanelerin birbiriyle olan savaşını mı izliyorsunuz Game of Thrones'ta? Dune'dasınız. gibi gibi gibi.

Yine de bir özet geçeyim. Çok uzak gelecekte galaksiler arası bir imparatorluk tarafından yönetilen evrende, Atreides Hanedanlığı'na çöl gezegeni olan Arrakis'in kontrolü veriliyor. Arrakis, 'baharat' adı verilen ve yaşam süresini uzatan, bilinç açıcı özellikleriyle ve aynı zamanda evrenin enerji kaynağı olan bu maddeye ev sahipliği yapmakta. Ancak gözü bu doğal kaynaklarda olan bir hanedan daha var; Harkonnen Hanedanlığı. Bu bakımdan Arrakis'i elinde tutmak güç istiyor. Bir nevi ortadoğuda petrole sahip olmak gibi, herkesi gözü bu doğal kaynakta. Atreides Hanedanlığının genç prensi olan Paul Atreides (Timothee Chalamet), hem ailesinin bu tehlikeli görevi ile, hem de kendisine miras kalan kehanetlerle yüzleşiyor. Bu uğurda yolları Fremen halkıyla (çöl halkı) kesişiyor. Yakınlaşmakta olan büyük bir savaşın ön hazırlığı bu film ile başlıyor.

Dune:Part One, özünde bir iktidar, dömürgecilik, ekoloji ve kader hikayesi. Arrakis'teki baharatların sembolik karşılığı açıkça ortada: kaynakların kontrolü üzerinden kurulan emperyalist düzen ve bunun halklar üzerindeki yıkıcı etkisi. Ne kadar da tanıdık di mi? 

Paul Atreides'in hikayesi ise bir 'seçilmiş' kişi mitinin basmakalıp ifadelerini aşarak daha karanlık bir tona bürünüyor. Paul kendi öznel kimliğini bulmaya çalışırken; diğer yandan politik, dini ve kültürel güçlerin biçimlendirdiği bir figür olmaya zorlanıyor. Film bu bakımdan kehanetlerin bir kurtarıcı hikayesi mi yoksa kitleleri manipüle eden ideolojik bir araç mı olduğu sorusunu da beraberinde getiriyor.

Prisoners filmi ile kendini bana tanıtan, sonra Enemy filmi ile de kafamı karıştıran ve Arrival filmi ile de kendine aşık ettikten sonra Blade Runner 2049 ile de "bilimkurgu dünyasında da varım" diyen yönetmen Denis Villeneuve, Herbert'ın labirent gibi kurgusunu, ağır ve sembolik metnini sinemaya şu ana kadar başarılı ve dengeli şekilde taşımış. İsminden de anlaşılacağı üzere bu henüz birinci film, devamı olacak çünkü hikaye daha başlamadı bile. Bu sebeple tek film halinde çekilen ve sonlara doğru hikaye hepten sıçratılmış olan David Lynch'in Dune filmi acelecilik yok. Her şeyin hakkını vermek istiyor adeta. 

Oyuncu kadrosu ise filmin kendisi kadar güçlü. Baş rolde Paul Atreides'i canlandıran Timothee Chalamet var ki kendisi son dönemin parlak genç oyuncularından biri. Hemen yanında bir Zendaya duruyor. Paul'un annesi Jessica'yı ise Rebecca Ferguson canlandırıyor. Babası Leto'yu da Oscar Isaac. Bitmiyor tabi ki; Josh Brolin, Stellan Skarsgard, Javier Bardem, David Dastmalchian..


Dune, yalnızca bir bilimkurgu uyarlaması değil, sinemanın büyük ölçekli anlatılarına duyulan inancın yeniden sahneye konuluşu. Villeneuve de bunu yaparken, Dune eserinin ağırlığını filmin yapımında hissettiriyor. Bu filme ucuz bir yapım, basit bir anlatım asla hoş karşılanmaz. Hikayenin yalnızca başlangıcını anlatan bu film, devamı ne kadar güçlü olacağına dair bir beklenti yaratıyor. Çölün ortasında yükselen bu hikaye, sinemanın edebiyat dünyası ile olan uyumunu benzersiz şekilde yansıtıyor şu ana kadar. İyi kitaplardan iyi film çıkmaz algısını yıkacağa benziyor. Ve hazırsanız yolculuk henüz yeni başlıyor.


 

Kırsaldan kente göç, 1960lardan itibaren yoğunlaşmaya başlamış ve eski hızına ulaşamamış olsa da hala günümüze kadar devam eden bir olgudur. Bu göç serüveninin ekseri bir kısmı ekonomik neden çatısı altında toplansa da, bu nedeni oluşturan faktörler çeşitlidir. Kimisi köy hayatında miras yolu ile giderek ufalmış tarlaların yetersizliğinden, kimisi artan nufusun mevcut şartlar altında artık köy hayatının karşılayamamış olmasından, kimisi iyi durumda olsa da, ‘ama neden daha iyisi olmasın ki’ den. Ekonomik unsurun yanında, kırsalda yaygın olan kan davalarından kaçışların adresi de büyükşehirler oldu. Tüm bunların yanında başka bir unsur daha var ki, o da bu iki filme ( Ah Güzel İstanbul ve Muhsin Bey ) konu olmuş olandır; şöhret arzusu.


Ah Güzel İstanbul (Atıf Yılmaz , 1966 )

Ah Güzel İstanbul filmi 1966 yılında Atıf Yılmaz tarafından çekilmiş dönemin ve Türk sinema tarihinin önemli eserlerinden biridir. Siyah-Beyaz çekilmiş olan bu film, İstanbul'a göçün başladığı dönemi, tam da İstanbul'a göçün zirve yaptığı dönemde ve bu filme konu olan hayalin peşine düşeceklere bir uyarı mahiyetindedir. Film, ünlü olma hayali ile köyünden, ailesinden, geçmişinden, kimliğinden kaçmış bir genç kız olan Ayşe'nin (Ayla Algan) öyküsünü anlatıyor. Belki de kendi benliğini oluşturmak, içinde yatan kişiye ulaşmak için çıktığı bu yolda bedel ödemeyi de göze almış şekilde ihtiraslı ve azimli olan bu kız, yemeğin sonunda önüne konan hesabın külfetini kaldıramayacak oluşunu fark ettiğindeki yalnızlığı ve çaresizliğiyle başlangıç noktasının da gerisine düşmüş konumda buluyor kendini. Bu filmde Ayşe'nin hayat mentorlüğünü de tesadüf eseri tanıştığı eski İstanbullu, geçmişin varlıklı ama o anın varlıksızı olan Haşmet ( Sadri Alışık) üsteleniyor. Fotoğrafçılık yapan Haşmet, varlıklı bir aileden gelen ama dönemin çarklarında ezilmiş ve sıfırı bulmuş biri. Ayşe’ye olan tembihlerinde İstanbul'u hafife almamasını, bu şehrin içine aldığı insanı, bir asit kazanı misali erittiğini vurguluyor. İstanbul onun gözünde artık hayatı domine eden etkinin ta kendisidir. Ama yine de her şeye rağmen vazgeçilmez güzelliktedir.


Muhsin Bey ( Yavuz Turgul, 1987 )

Muhsin Bey filmi de 1987 yılında Atıf Yılmaz tarafından çekilmiştir. Bu filmde de hayalleri peşinde koşan bir genç vardır, Ali Nazik ( Uğur Yücel ). Film, İstanbul beyefendisi olan organizatör işiyle ilgilenen Muhsin bey ( Şener Şen) ile, Urfa’dan İstanbul’a türkücü olup kaset çıkarmak için göç eden Ali Nazik’in hikayesini ele alıyor. Ali Nazik’in mentorlüğünü üstlenen kişi olan Muhsin Bey aslında Ali Nazik’in karakterinin zıttı ve hatta Ali Nazik’in tabi olmak istediğini bu arabesk akımından nefret eden, İstanbul beyefendisi diye tanımlanmasında bir beis olmayacak birisidir. Muhsin Bey, doğudan İstanbul'a gelen ve oradan bu şehre getirilen her şeye karşı bir duruşta konumlandırıyor kendisini. Bu yüzden Ali Nazik'e karşı itici, hor görücü bir bakış açısını barındırıyor. Şehrin artık kebap kokmasından, şarkıcıların hızlı bir şekilde arabeske yönelmesinden rahatsız olan Muhsin Bey, hasbelkader kendisine ulaşmış Ali Nazik’i önce kendisinden itse de, çöküşte olan ekonomik durumunun belki de son kurtuluşunun bu çocukta olduğunu düşünmeye başlıyor. Ama kendisinden ve ilkesinden vazgeçmeden, arabeske bulaşılmadan bu iş yapılacaktı. Bir takım denemeler olsa da asla bir başarıya geçilemiyordu. Buna ne ekonomik durumu ne de dinleyici kitlesinin taleplerine karşı koyduğu tepkisi el veriyordu. Filmin kopma sahnesi ise bir gece vakti Ali Nazik’in apartman çatısında intihara girişme kısmı oluyor. İntihar sırasında Ali Nazik yüksekten korkar ve yanına gelen Muhsin Bey’den kendisini kurtarmasını ister. Muhsin Bey de yüksekten korkmaktadır, ucunda ölüm ve yok oluş var neticede. Ve gözü kapalı şekilde, aşağıya bakmadan Ali Nazik’in elini tutar ve “sakın gözünü açma, şimdi adımlarımız birbirine uymalı. Ben geri gidecem, sen de ileri. Tamam mı?” der ve bu şekilde o uçurumun, o yok oluşun kenarından kurtulurlar. Muhsin Bey’in kişiliğinden ve duruşundan feragat edeceği bu sahne ile simgelenir. Ali Nazik’in ileri adım atabilmesinin, kendisinin geri adım atabilmesiyle mümkün olacağı artık anlaşılmıştır. Karşılıklı karakter alaşımının başladığı ve filmin de, Ali Nazik’in de geri dönüşü bu simgesel sahne sonrasında yaşanmıştır.   

İstanbul’a gelmenin ya da orada iken tutunmanın artık bedellerinin para ile olmayacağının, bedelin kişilikten, hayat tarzından ve ilkelerinden feragat ile mümkün olabileceğinin anlatıldığı bu iki filmde, Ayşe bu bedeli kaldıramamış, Ali Nazik ise bedelini bildiği bu yolda rızasıyla ödemesini yapmış ve amacına ulaşmıştır. Hayalleri aynı olan her iki gencin tek farkı ise cinsiyet. Aynı ürünün bedeli, cinsiyetlere göre farklılıklar gösterebildiğini ve kadınlarda bu bedelin daha ağır olduğunu ya da aldatmacasının daha vahim sonuçlar doğurabileceğini de görebilmekteyiz. Bu demek değildir ki şöhret ürünü her zaman bu gibi bedeller ile alınır. Bunu diyemesek de bu ihtimallerin, özellikle geçmiş yıllarda oldukça yüksek olduğunu bilmekteyiz ne yazık ki. Mentorlerin kıyaslamasına bakacak olursak Ah Güzel İstanbul filmindeki Haşmet, İstanbul’a olan yenilgisini kabullenmiş ama bunu içerlemeden benimsemiş, hali vaktinden son derece tatmin bir kişilik. Muhsin Bey ise İstanbul’un bu dönüşüne dur demeye çalışmış, bunda başarılı olamayınca da kendi dönüşümünü gerçekleştirmiş birisi. Bu evrilişi kısa süreli olsa ve sonrasında yeniden eski Muhsin Bey’e geri dönmüş olsa da artık girişeceği yolun bedelinin ne olacağını çok iyi bilmektedir; feragat.

 

İstanbul’un şehir olarak dönüşümünün yanında, bireylerin de dönüşümlerine de tanık olduğumuz, kendinden vermeden şehirden bir şeyin asla alınamayacak oluşunu bu iki film bizlere gösteriyor. Önce radyo, sonra televizyon ile coğrafi kültür transferlerinin hızlanışıyla paralel şekilde artan bu hayal yolculuğunda ‘beni ne kadar meşhur yapabilirsin?’ diye sorana verilecek tek bir cevap vardı o dönem; “kendinden ne kadar feragat edebilirsen o kadar”.


Aday olduğu 6 dalın 3'ünde Oscar heykelini göğüsleyen Chloe Zhao'nun Nomadland filmi, modern Amerika'nın ekonomik çöküşleri ve bireysel kırılganlıklarından sessiz ama derin bir anlam sunan bir yapım. Belgesel gerçekçilik ile kurmaca sinemanın arasında bir tat ile görünmez kılınmış bir toplumsal sınıfı görünür kılıyor. 


Film, 2008 ekonomik krizinin ardından Amerika'da giderek görünür hale gelen yaşlı yoksulluğu, evsizlik, çalışmaya mecbur kalma ve güvencesiz yaşam gibi gerçekleri ele alıyor. Pandemi gibi bir döneminde gösterime girmesi, ekonomik belirsizliğin arttığı bu dönemde 'kimsesizleşme' ve 'yalnızlık' duygusunu izleyicisine hatırlatıyor. Bu bakımdan bakınca oldukça trajik. 

Hikayesine baktığımızda, Nevada'nın bir kasabasının ekonomik çöküşüyle başlıyor film. Kasabanın uğradığı bu ekonomik felaketten sonra Fern (Frances McDormand), eşini kaybetmiş bir 'kimsesiz' olarak karşımıza çıkıyor. Yaşam alanına çevirdiği karavanı ile Amerika'nın batısında dolaşmaya başlıyor. Amazon depolarında, kamp alanlarında, turistik bölgelerde çalışıyor, yeni göçebe arkadaşlar ediniyor. Bu filmde boy gösteren birçok göçebe oyuncu, aslında gerçekten birer 'nomad', yani göçebe. bu da filmi belgeselvari kılan ana unsur. Birçok sahne doğaçlama hissi veriyor. Ham ve filtresiz bir gerçeklik sunmak için birçok sahne gün batımı saatlerinde çekilmiş. Pastoral ama çiğ bir gerçeklik taşıyan bu çekimler, karakterleri ve yaşadıklarını daha gerçekçi kılıyor. Bu da her zaman özgün bir dil arayışı içinde olan Oscar jürisi için bulunmaz bir nimet ve nitekim En İyi Film ve En İyi Yönetmen ödüllerini kazanıyor.

Kazandığı diğer bir oscar da En İyi Kadın Oyuncu ödülü. Frances Mc Dormand'ın oyunculuğu çok sade ama içsel olarak çok yoğun ve yorgun. Konuşmalardan ziyade yüz ifadeleriyle, sessizlikleriyle oynadığı için Akademi'nin sevdiği minimal oyunculukla büyük duygu yaratma kriterini mükemmel karşılıyor. 


Nomadland, Amerika'nın, ekonomik dalgalanmalarla yerinden edilmiş görünmez bir kuşağın ve kendi yolunu kendi belirleyen bir kadının çok katmanlı bir portresi kıvamında bir film. Fern'in hikayesi yalnızca kayıplarla başa çıkma değil, aynı zamanda dünyayla farklı bir ilişki kurma biçimi olarak ele alınmış. Filmin sonunda Fern yine yollara düşse de bu sefer onun yalnızlığını filmin başındaki gibi bir yalnızlık olarak değil, özgürlük alanı olarak görüyoruz. Yine de pandemi yüzünden film anlamında da yokluk çektiğimiz şu günlerde benim En İyi Film tercihim olmazdı, ama yokluğu da fırsata çevirmiş olduğu kesin.

Yönetmen Emerald Fennell bu ilk uzun metraj filmi ile En İyi Film ve En İyi Yönetmen dalı dahil 3 dalda Oscar adayı gösterildi ve En İyi Özgün Senaryo oscarını da kazandı. Filmin diğer 2 dalda da olmak üzere toplamda 5 oscar adaylığı vardı. Yeni bir yönetmen için bundan iyi bir başlangıç olamazdı. O yüzden evet, seni takibe alıyorum Emerald Fennell, bir sonraki yapımında da görüşeceğiz. Ama şimdilik konumuz bu film; Promising Young Woman



Filmin, feminist sinema içerisinde cesur, tartışmalı ve belki de provokatif bir perspektif sunduğunu en başta söylemeliyim. 'iyi adam' imajının ardında saklanan şiddeti ve tecavüz kültürünün nasıl normalleştirildiğini bizlere gösteriyor. Carey Mulligan'ın canlandırdığı Cassie (Cassandra) karakteri, hem intikam figürü, hem de sistematik adaletsizliğin bir simgesi olarak karşımızda.

Filmin hikayesinde Cassie (Carey Mulligan), tıp fakültesinden ayrılmış, ailesiyle yaşayan, geçmişte yaşanan bir travmanın ağırlığını taşıyan biri. En yakın arkadaşı Nina, uğradığı cinsel saldırının ardından adalet arayışında yalnız bırakılıyor ve sonunda intihara sürükleniyor. Cassie, bu kaybın yarattığı boşluğu, geceleri barlarda sarhoş numarası yaparak, 'iyi niyetli' görünen ama fırsat kollayan erkekleri köşeye sıkıştırarak doldurmaya çalışıyor. Gündüzleri çalıştığı kafede eski bir sınıf arkadaşının, geçmişte yaşanan olaylarla ilgili bilgiler vermesi üzerine ise yeni bir plan yapıyor. Ve filmin gelişme kısmı bunun üzerine kuruluyor.

Promising Young Woman, temel olarak tecavüz kültürünün sistematik boyutlarını, erkeklerin toplum tarafından nasıl korunup kollandığını ve mağdurların nasıl sessizleştirildiğini konu alıyor. Film, 'bir kadının nasıl giyindiği', 'ne kadar içtiği', 'karşı tarafın aslında ne kadar iyi biri olduğu ama kadın tarafından tahrik edildiği' gibi bahanelerin cinsel şiddeti aklamak için nasıl kullanıldığını sert biçimde ifşa ediyor. Bu sebeple Cassie'nin geceleri yürüttüğü misyon, yerini bulmayan bir adalet ve ahlak mekanizmasının eksiğini -drama yoluyla- gidermek oluyor. 

Filmin, intikam alma duygusuna odaklanıp kendi temasından eksiklikler bulundurduğunu da  söyleyebilirim. Nina'nın hiç görünmediği ve sesi duyulmadığı bir kurguda, mağdurun yeniden silindiği bir anlatı oluşuyor. Tabi ki bu, mağdurun ismi ve cismini teke indirgemenin, sonuçları değiştirmeyeceğini, filmin asıl derdinin faillerin gerekli cezayı hem devletten hem de toplumdan almadığını göstermek için seçilmiş bir tercih. 


Yönetmen Emerald Fennell'in anlatım tarzı hem kara mizah, hem de psikolojik gerilim tonlarını içeriyor. Tatlı ve parlak bir pembe estetik ile karanlık bir hikayeyi ustaca çarpıştırmış. Carey Mulligan'ın performansı da bu tonun en önemli taşıyıcısı konumunda. Çünkü Cassie'nin yüzündeki ani duygu değişimleri, kontrolün kimde olduğuna dair sürekli bir belirsizlik yaratıyor. Bu iyi oyunculuk da kendisine zaten bir oscar adaylığı getirtti. Ancak filmin kuşkusuz en tartışılan yanı final sahnesi. Fennell'in sunduğu final, beklenmedik bir sonla oluyor. Bu seçim yine bir eksiklikten ziyade, radikal bir gerçekçilik sunuyor bence. Çünkü Cassie gibi şiddet yoluyla olmasa da adalet yoluyla mağdurların haklarını arayan kadınların sonu da anlam itibariyle Cassie'nin sonu gibi oluyor. 

Tecavüz kültürünün görünmez güvenlik duvarlarını yıkarken, izleyicinin beklediği güvenli alanı da yerle bir eden bir film olmuş Promising Young Woman. Finali kimileri için gerçek dünyanın karanlık yüzünü açıkça anlatan cesur bir tercih iken, kimileri için mağduriyetin ve umutsuzluğun yeniden üretimi olabilir kıvamda olsa da ben ilk gruptan yanayım. Her şeye rağmen Emerald Fennell'in ilk filminde böylesine güçlü bir estetik, cesur bir politik tavır ve keskin bir toplumsal eleştiri sunması dikkate değer. 

Bir A24 yapımı olan Minari, kökleri toprağa ve aile bağlarına uzanan sakin ama derin bir göçmenlik hikayesi anlatıyor. Kore asıllı yönetmen Lee Isaac Chung'un yönettiği film, Amerika'nın güneyindeki bir aile içindeki görünmez fay hatlarını, kişisel ve kültürel kırılganlıklarla işliyor. 


Arkansas'ta geçen hikaye, Kore'den göç eden Jacob (Steven Yeun) ve Monica'nın (Han Ye-ri) yeni bir başlangıç umuduyla taşındıkları bu bölgede yaşadıkları mücadeleleri anlatıyor. Jacob, 50 dönümlük arazide Kore sebzeleri yetiştirip civardaki Kore restoranlarına satma hayali kurarken, eşi Monica ise bu belirsiz ve hayale dayalı zorlu yaşam koşullarına giderek yabancılaşıyor. İki de çocukları var. Biri Anne (Noel Cho), diğeri ise kalp rahatsızlığı oaln David (Alan Kim). Ailenin dinamiklerini değiştiren ise Kore'den gelen babannenin varlığı oluyor. Ancak ailenin mücadeler etmesi konular biraz sınavı ağır meseleler: ekonomik baskılar, evlilikteki çatlaklar ve beklenmedik felaketler.

Minari, yüzeyde bir göçmenlik öyküsü atlatsa da aslında daha derin katmanlara sahip. Film; aidiyet, kültürel uyumsuzluk, ekonomik mücadele, ebeveynlik baskısı ve hayal kurmanın bedeli gibi temaları ele alıyor. Jacob'ın Amerikan rüyasına tutunma çabası ile Monica'nın güvenlik ve istikrar arayışı arasındaki gerilim, göçmen ailelerin sıkça yaşadığı çatışmanın etkileyici bir yansıması. 

Filmin adını aldığı mimari bitkisi, hikayenin sembolik omurgası halinde. Zorlu koşullarda bile kök salan, yeniden doğan bir bitki. Tıpkı göçmen olan bu ailenin ayakta kalma direnci gibi. Film, kültürel kökenlerini taşırken yeni bir hayat kurmaya çalışan insanların umudunu ve kırılganlığını, keskin bir dramatik yapı kurmadan, doğal akışıyla sunuyor.

Yönetmen Chung, kendi çocukluk deneyimlerinden beslenen yarı-otobiyografik bu filmi son derece sade ve gözlemci bir dille aktarıyor. Çatışmaları dramatize etmek yerine, hayatın kendiliğinden akışını, küçük anların taşıdığı gerçekliği ön plana çıkarıyor. Oyunculuklara bakacak olursak, Steven Yeun'un içe dönük ama inatçı Jacob'ı, Han Ye-ri'nin kırgın ama dimdik duran Monica'sı ve özellikle Youn Yuh-Jung'un yaşam dolu büyükanne karakteri bu sahiciliğe ortak oluyor.



Pastoral bir huzur ile sert gerçeklik arasında gidip gelen film, hatırlanan çocukluk anları kadar bugünün endişeleriyle de etkileşim kuruyor. Göçmen bir ailenin yaşam mücadelesini anlatırken aynı zamanda evrensel bir hikaye ve mesele sunuyor. Kısacası; kök salmaya, tutunmaya, yeniden başlamaya dair bir direnişin, ayakta ve hayatta kalmanın mücadelesine dair bir hikaye.

Yönetmeni Darius Marder'ın ilk uzun metraj filmi olarak karşımıza çıkan Sound of Metal, bir işitme kaybı hikayesi çemberinde, sessizlik içerisinden bir kimliğin kendini arayış hikayesi anlatılıyor. The Night Of mini dizisinden beri takip ettiğim Riz Ahmed, belki de kariyerinin en iyi oyunculuğunu da bu filmde sunuyor.



Filmin kısaca hikayesinden bahsedeyim. Heavy metal bateristi Ruben Stone (Riz Ahmed) bu filmin baş kahramanı ve sevgili Lou (Olivia Cooke) ile birlikte ABD'yi dolaşırken bir anda işitme kaybı yaşamaya başlıyor. Kısa sürede işitme yetisinin %80'den fazlasını yitirdiğini öğrenen Ruben, hem müziğin hem de hayatının merkezini oluşturan ritim, ses ve hareketlilikten kopuyor. Geçmişindeki bağımlılık sorunlarını yeni aşmış birisi için bu denli dramatik değişim Ruben'i oldukça zorluyor. Sevgilisi Lou, Ruben'i işitme engelli bireylere yönelik bir topluluk merkezine götürüyor. Burada Ruben, tamir olmak yerine kendini yeniden tanımayı öğütleyen Joe (Paul Raci) ile tanışıyor. Ruben bir yandan bu yeni dünyanın içinde var olmaya çalışırken, diğer yandan da tüm enerjisini ameliyatla yeniden duyma fikrine harcıyor.

Sound of Metal, her ne kadar yüzeyde işitme kaybını anlatıyor gibi görünse de, asıl meselesi kimlik krizi, bağımlılıkla mücadelede yeniden yenik düşmeme, kayıp sonrası yeniden doğuş gibi temaları da işliyor. Film, Ruben'in hayatını dramatik patlamalarla veya keskin dönüşlerle değil, içe dönük bir yolculukla işliyor. Çünkü kaybolan sadece basit bir duyma yetisi değil, kendini tanımladığı tüm hayatın ta kendisi.

Filmin bağımlılıkla olan ilgisi ise şu şekilde: Ruben davul çalmayı bir türlü yaşam desteği gibi görüyor. Ses onun yeni bağımlılığıdır, ancak yeni bağımlılığın yolu kapanınca, başka bir bağımlılığa yeni bir yol açılıyor. Bu nedenle ameliyat takıntısı bir tür tekrar bağımlılığa sarılma metaforuna dönüşüyor. Joe'nun ısrarla vurguladığı şey ise sessizliğin yokluk değil, yeni bir varoluş biçimi olduğu. Ruben'in bunu anlaması ise filmin en ağır ama en en gerçek anlarını oluşturuyor.


Darius Marder'in yönetmenliği, belgeselci bir gerçekçilikle minimalist bir sinema dili arasında. Filmin en dikkat çekici unsuru kuşkusuz ses tasarımı. Marder, izleyiciyi Ruben'in işitsel dünyasına yerleştirerek, zaman zaman boğuk, kesil ya da metalik tınılarla o deneyimi doğrudan hissettiriyor. Filmde müzik neredeyse hiç duygusal yönlendirme aracı olarak kullanılmıyor. Sessizlik kendi başına o dramatik vurguyu yaratıyor. 

Anthony Hopkins'in, oturduğu yerden oscarlık performans sergilediği The Father, yaşlanan bir babanın bunama ile mücadelesini ve bu durumun etrafındakiler üzerindeki etkisini inceleyen, zekice kurgulanmış ve son derece duygusal bir film. Christopher Hampton'ın oyunundan uyarlanan bu filmin yönetmeni Florian Zeller ve bu film de onun aynı zamanda ilk uzun metraj filmi. 



Film, Londra'daki geniş dairesinde yalnız yaşayan, emekli, huysuz yaşlı bir dul olan Anthony'nin (Anthony Hopkins) hayatını ve hafızasıyla olan savaşını konu alıyor. Kızı Anne (Olivia Colman), ona düzenli olarak ziyarette bulunmakta, ancak Anthony'nin bunama nedeniyle yaşadığı ani öfke nöbetleri ve ne olup bittiğini anlayamamaktan duyduğu dehşet her ikisinin hayatını zorlaştırmakta. Mecvut bakıcısının işi bırakması üzerine ona bakan kızı Anne, boşanma sonrası yeni edindiği sevgilisiyle yurtdışına taşınacağını ve bu yüzden kendisine daha fazla bakamayacağını Anthony'e söylüyor. Anthony'den çok izleyici olarak biz telaşa kapılıyoruz, çünkü izleyici kamera açısıyla daima Anthony'nin zihninde yerini almış vaziyette. Gerçek ile sahtenin, olan ile olmayanın flulaştığı bir ortamda Anthony kadar izleyici de hafızasında sorunlar hissediyor.

The Father, bunama hastalığının sinsi doğasını ve bunun hem hasta, hem de yakınları üzerindeki yıkıcı etkisini duygusal ama şok etkisi eşliğinde ele alıyor. Film, bir yandan Anthony'nin gururlu bir İngiliz olarak duruşuna yakında bakarken, diğer yandan da hala hayatta olan birine yas tutmanın ne anlama geldiği üzerine düşünceler oluşturuyor. Bazen karşındakinin ölümü görmek, onun cansız bedenini toprağa gömmek olmuyor. Nefes alan, hareket eden birinin de ölümüne şahit olabiliyor insan. Ve bu film bu hissi veriyor.

Yönetmen Florian Zeller, sahne sanatından sinema ortamına geçen bu eserin özgünlüğünü korumuş olsa gerek, film bir tiyatro sahnesinde işleniyor gibi bir havada. Anthony'nin dairesideki düzen ve dekorasyonda yapılan ince değişikliklerle Anthony'nin nerede olduğu konusundaki belirsizliği sürekli arttırmış. 


Anthony Hopkins ve Olivia Colman'ın üstün performanslarıyla ve Zeller'in yönetmenlikteki keskin kurgusuyla hafıza kaybının ve yaşlanmanın acımasız bir portresini çizen güçlü bir dram olmuş The Father filmi. Anthony'nin "Let me not be mad, not mad, sweet heaven! (deli olmayayım, deli olmayayım)" diyen Kral Lear'ı anımsatan trajik durumu, izleyiciyi üzecek kadar etkileyici.