Afişi ilk gördüğümde benim de aklıma Maymunlar Cehennemi filmi gelmişti. Ama değil. 2003 yılında Number One Tv ekranlarında dönen Feel şarkısının klibiyle tanıdığım Robbie Williams'ın filmi. Kendisinin filmde bir maymun olarak resmedilmesinin de bir sebebi var elbet.


Better Man filmi, 1990larda Take That adlı bir boy-band ile ismini biraz duyuran ve gruptan ayrıldıktan sonra solo olarak müzik hayatına devam eden ve bu noktada giderek efsaneleşen Robbie Williams'ın hayatını anlatıyor. Take That zamanlarını pek bilmesem de solo yükselişine 2003 yılında çıkardığı Feel şarkısından itibaren takip edip gözlemleyebildiğim bir isim kendisi. Solo yükselişi adına kendisine teklif edilen Queen solistlik teklifini de reddetmiştir. Efsane sanatçı Freddie Mercury'nin yerine gruba gelen kişi diye anılmaktansa Robbie Williams olarak tanınmayı yeğlemiş ve bunu da başarmış.

Michael Gracey'in yönetmen koltuğunda oturduğu bu film, alışılmış kalıplarını kıran anlatıya sahip bir biyografi. İzleyiciye sadece Robbie Williams'ın müzikal başarılarını değil, aynı zamanda içsel çatışmalarını de gösteriyor. Bunu da farklı bir metotla; baş rolü, kendisine çok benzeyen veya aşırı makyajlarla kendisine zorla benzetilmeye çalışan bir aktörle değil, bir CGI maymunun canlandırmasıyla yapıyor. İlk bakışta tuhaf bir tercih gibi görünse de bu yaratıcı kararın alt metninde Robbie Williams'ın kendisini bir "performans maymunu" olarak görme hissi yatıyor. Gerçek hayatta Williams, sahne de sürekli ilgi ve onay peşinde koşan biri olarak, kendisinden uzaklaştığını ifade ediyor. Yönetmen de bu içsel çatışmayı görselleştirmek için bu yolu seçmiş. Film boyunca Williams'ın sahnedeki enerjik kişiliği ile özel hayatındaki kırılganlığı arasındaki uçurum, maymun imgesi sayesinde daha belirgin hale geliyor.

Özellikle baba-oğul ilişkisinin işlendiği sahneler izleyicide derin bir etki bırakabilir. Babasının evi terk ettiği sahnede çalan Feel şarkısını yıllardır dinlememe rağmen bu kez farklı gözükmesinin başka bir açıklaması olamaz. Filmin sonunda baba-oğul beraber sahne alması bazı eleştirmenler tarafından fazla iyimser bulunmuş. Ama bilmedikleri bir şey var ki bu sahne kurgusal değil, yaşanmışlık barındırıyor. Filmde olması hikayesel bir tercih değil, biyografik bir zorunluluk. Yine de film zaman zaman biyografi türünün klişelerine kapılmaktan kurtulamamış. Başarı-düşüş ve tekrar yükseliş döngüsü bir süre sonra tahmin edilebilir hale geliyor. 


CGI için yeşil ekran önünde hareket yakalama teknolojisiyle canlandırılan maymun karakteri,  Jonno Davies'in performansıyla kayda alınıyor. Ama seslendiren ise Robbie Williams'ın kendisi. Bunun yanında filmde kendisi gördüğümüz kişiler kendisini The Little Death filmiyle sevdiğim Damon Herriman ve keşke daha fazla izleyeni ve konuşanı olsa dediğim dizi Inside No:9'un usta oyuncusu 3 Bafta ödüllü Steve Pemberton. Ama yine de filmde öne çıkan bir oyunculuk performansı yok. Bu da filmin eksisi. Bir eksilerinden biri de filmin bilerek tercih ettiği soluk, grenli görsellik. İzleyiciye kasvetli bir hava sunan bu tercih, mizahi bir yaklaşım ile dramatik anlar arasındaki geçişlerde dengesizlik yaratıyor.


Film, Robbie Williams'ın müziğini tanımayan izleyiciler için bir hayran kazanma amacı gütmüyor. Bunun için bir karaktere hayranlık duyulmasını gerektirecek herhangi bir olay da yaşanmıyor. Ancak filmin yine bir etki yaratması düşünülüyor olsa gerek ki 2025 yılında konser turlarını hızlandırmış sanatçı. Bu tur çerçevesinde 7 Ekim 2025 günü Yenikapı etkinlik alanında da geniş katılımlı bir konser verecek. Fiyatı şimdilik 3000-7000 TL arası değişen bilenler şu an satışta. İlgilenenler bilet alımı için bu sayfadan ayrılıp Biletix, Bubilet ve Biletinial sitelerine gidebilirler. 

Oscar'da 10 dalda adaylığı olan, Bafta'da En İyi Film ve En İyi Yönetmen ödüllerini kazanan The Brutalist filmi, İkinci Dünya Savaşı sonrası Avrupa'dan Amerika'ya göç eden Macar mimar Laszlo Toth'u merkezine alıp, göçmenlik, sanat, kapitalizm ve kimlik temalarını inceliyor. 3 buçuk saatlik bu yapım bize başka neler anlatıyor bir bakalım.


Baştan söylemekte fayda var, bu film gerçek bir kişinin hayatını anlatmıyor, tamamen kurgusal. Her ne kadar gerçek hayatta Macar asıllı Laszlo Toth isminde biri var ise bu filmdeki o değil. Gerçek Laszlo Toth bir mimar değil, bir jeolog. Mimari ve sanat ile tek ilgisi, 1972 yılında Vatikan'daki San Pietro Katedralinde bulunan Michelangelo'nun Pieta heykeline yaptığı saldırıdır. Ve bu saldırıda Meryem Ana'nın sol kolunu ve burnunu kırmış. Kendisini İsa Mesih olarak da gören bu şahıs, akıl sağlığı gerekçe gösterilerek ceza almamış. Bir nevi Hasan Mezarcı. 

Filmin ismi olan Brutalist ile ilk olarak 1950'lerde moda olan mimari bir dönem kastediliyor. 1950'lerde moda olan bu akımda betonlar sıva veya boya ile kapatılmayarak tamamen çıplak bırakılıyor. Ve böylece yapımlar daha vahşi, doğal ve ilkel bir görünüme sahip oluyor. (Bir dönem Topkapı Cevizlibağ'daki Vatan Computer'ın bulunduğu eski Tercüman Gazetesi binası bu yapımlara örnek. Ne yazık ki yıkıldı.) Ancak kelimenin önüne 'The' gelip isim 'The Brutalist' olunca sanırım kastedilen şey mimariden fazlası oluyor. 

Bu ön bilgilerden sonra gelelim filme. Film, Laszlo'nun (Adrien Brody) Amerika'ya varışı ile başlıyor. Filmin posterlerinde görmüş olduğumuz ters dönmüş Özgürlük Heykeli, filmin başında karşımıza çıkıyor. Bu görsel metafor, filmin sanat ve kapitalizm arasındaki gerilimi irdeleyen ana temasına işaret ediyor ve Amerika'ya göç etmiş kişilerin bazı beklentilerin ters tepebileceği mesajını en başta veriyor. Göçmen kimliği ve savaşın bıraktığı travmalar, Laszlo'nun kişisel mücadelesinin temelini oluştururken, kimliğini ifade etmek için tek araç olarak mimarlığı görüyor ki tasarladığı mimari ile verdiği mesajları filmin sonunda dinliyoruz. 

Amerika'daki kuzeni Attila'nın yanında marangoz olarak çalışırken zengin bir iş adamı olan Harrison Van Burren (Guy Pearce) için bir kütüphane tasarlar ancak hem işiyle, hem de kuzeni Attila ile ilişkisi bozulur. Taa ki o kütüphane bir dergide övülene kadar. Harrison Van Buren, Laszlo'yu tekrar bulur ve kendisi için çalışmasını ister. Laszlo ile onu entelektüel açıdan, fiziki açıdan ve hatta bedensel olarak sömüren zengin bir iş adamı ilişkili filmimiz de burada başlıyor. 


Filmin ikinci yarısında, zengin iş adamı Harrison Lee Van Buren ile Laszlo'nun ilişkisi, sanat ve güç arasındaki çatışmayı daha da belirginleştiriyor. Van Buren'in toplum için inşa ettirmek istediği anıtsal yapı, aslında kendi mirasını ölümsüzleştirme arzusunun yansımasıdır. Laszlo'nun yaratıcılığı, patronunun finansal desteği karşısında giderek kısıtlanır. Film, bu dinamiği ele alırken, bu gibi yüksek bütçeli mimari sanat eserlerinde eserin gerçek sahibinin kim olacağı konusu çelişkili şekilde irdelenir. Yapıyı tasarlayan ve imarı yöneten mimar mı, yoksa yapımı finanse eden banisi mi? 


Konuşulan Mağara Sahnesi

Van Buren'in Laszlo'yu sömürüsü sadece finansal açıdan değildir. Mermer seçimi için gittikleri İtalya'da, Laszlo bağımlısı olduğu uyuşturucunun tribinde iken Van Buren'in kendisine tecavüz ettiği sahne sömürünün ne kadar genişletilebileceğini gösteriyor. Sahnenin gereksizliği ve anlatıda bir eğreti oluşturduğunu düşünenler olsa da Van Buren'in film boyunca Laszlo'ya hayranlık beslemesi bu sahneye biraz bağlam kazandırıyor açıkcası. Olay öncesi yaptığı konuşmada da adeta 'kendini haddinden fazla büyük gören göçmenlere gerçek patronun kim olduğunu gösterircesine' işliyor bu fiili. Ve bir diğer bağlam da Laszlo'nun eşi Erzsebet'in (Felicity Jones) Van Buren'i tecavüzcü olmakla suçladığı sahne. Van Buren'in oğlunun 'baba, baba, baba' diye dolanması akıllara yıllar önce yaşanmış aile için bir cinsel tacizin olabileceği ihtimalini de sokmuyor değil. 


Artılar ve Eksiler

Filmin en önemli artısı şüphesiz oyunculuklar. Adrien Brody ve özellikle Guy Pearce'in oyunculukları filmin en çok tutulan unsuru olmalı. Bunun yanında VistaVision formatında çekilen geniş açılı görüntüler, mimariyi ve doğa görüntülerini güzel çerçeveliyor. 

Eksileri için ilk olarak çok uzun oluşu. 3 buçuk saatlik bir film değil kesinlikle. Uzun tutulan filmde seyirciyi ekranda tutacak merak, gizem, polisiye, aksiyon gibi unsurlar olması gerekirken bu filmde izleyiciyi diri tutacak ne bir anlatım var ne de bir olay. Anlatımın giderek zayıflaması filme olan odağı zorlaştırıyor. Oscar için yarışan bu filmi, akademi üyelerinin birçoğu bitiremediğini açıklamıştı.


Filmin yapımında kullanılan yapay zeka: Respeecher

Ana karakterimiz Laszlo aslen bir Macar olduğu için kendisinden macarca konuşması da bekleniyor haliyle. Bunun için Adrien Brody'nin ve Felicity Jones'un Macarca konuşmayı öğrenmesi gerekiyordu. Fakat bunun hem uzun ve meşakkatli oluşu, hem de aksanın çok bozuk ve eğreti duracağı bilindiği için yönetmen yapay zekaya başvurmuş. Karakterleri, kendi sesiyle o dili konuşuyormuş gibi gösteren Kiev/Ukrayna merkezli yapay zeka uygulaması Respeecher'ı kullanmış. Bunu da bir gizlilik sözleşmesiyle gizlemek yerine, filmin sonundaki jeneriklerde belirtmiş.


Sonuç olarak The Brutalist, sadece bir mimarın hayatını anlatmakla kalmayıp, aynı zamanda göçmenlik, sanatın özgürlüğü ve kapitalizmin birey üzerindeki baskısını sorgulayan bir anlatı sunuyor. Bunu 3 saat 35 dakikada yaptığı için sıkıyor. Yine de Adrien Brody'nin içsel çatışmaları ustalıkla yansıtan performansı ve Guy Pearce'in canlandırığı güç düşkünü patron karakteri filmi izlemeye bir nebze değer kılan unsurlar. 10 dalda aday olduğu Oscar töreninden oyunculuk kategorilerinden ödülle dönerse şaşırmam. Ancak En İyi Film dalında heykelciği kaldırırsa ağır kudururum. Gelecek nesillere bunu anlatamayız. Tek diyebileceğimiz Ricky Gervais in dediği olur ancak: "ödül almak istiyorsan, bir soykırım filmi yap."

Önceki sene bloga konuk olan Boiling Point filminin uyarlaması olan Umami, orijinali gibi tek çekimden oluşan bir mutfak filmi. Tek çekimi şöyle düşünün; Bir tiyatro oyununun, tek bir kamerayla sahne içerisinde filme alınması gibi. 4 günde toplamda 7 ayrı çekim yapıldı ve 1 tanesi kullanıldı. Şu an için zirvesi Victoria filmi olan bu modelin ülke sinemamızda da denenmiş olması beni sevindirdi.

      


Umami, Disney Plus'ta gösterime girdiğinde büyük bir heyecanla izledim. Çünkü uyarlandığı Boiling Point filmi çok beğenmiş, benzer çalışmaların Türk sinemasında yapılmıyor oluşuna hayıflanmıştım. Taa ki Umami'ye kadar. Yapımın anlatım ve oyunculuk bakımından eleştirilecek yerleri var elbet. Ama asıl ürünü içeriğinden ziyade, tekniği, yani tek çekim oluşu olduğundan o kısımlara değinip keyfimi kaçırmayacağım. Tiyatro kökenli birçok oyuncuya sahip olduğumuzu ve bu yüzden tek çekim gibi deneysel projelerin aslında ülkemizde kolaylıkla yapılabileceğini savundum. Daha iyi (daha deneyimli tiyatro kökenli) cast seçimi ile daha güzel projeler de çıkabilir. 



Boiling Point'in kamera arkasını izlediğimde yönetmen zaten tekniğin tüm ayrıntılarını bizlere veriyordu. Tekniğin kullanımının en önemli unsuru, teknik ekibi oyuncu olarak sahneye gizleyebilmekte ve olabildiğince ekip ve oyunculara telsiz dağıtmaktı. Bu filmde de teknik ekipten birkaçının müşteri rolüyle sahneye yedirildiğini biliyoruz. Bu da sanat ekibine, kamera olmadığında sahneyi tekrar kameraya hazırlamak için zaman kazandırıyor. 

Tek çekim filmlerinin muhakkak en en güzel yanı, kurgu aşamasının diğer filmlere nazaran çok çok kolay olması. 3-4 adet bütün çekimden sadece birini seçiyor, ses kaçaklarını düzeltiyor, ışık azlığında kareyi patlatıyor, basıyor geçiyorsun. Rabbim başka dert vermesin.

Filmi açın izleyin, tek çekimin başarısı bir yana, hikayenin sizi germesi gerektiği gibi geriyor oluşu da filmin diğer başarısı. Bazı sahnelerde oyuncuların ezbere replik okuyor görünmesini de göz ardı edin, kolay değil elbet.

Yönetmen Andrea Arnold'u ilk Fish Tank filmiyle blogumuza konuk etmiştik. Daha sonra ben onu ineklerin günlük hayatını anlattığı 90 dakikalık İnek belgeseliyle sevmiştim. Şimdi ise karşımızda Bird filmiyle duruyor. Çocuk yaşta, büyümüş rolüne girmek zorunda kalan gençlerin hikayelerini merkeze alan, İngiltere'nin Kent bölgesinde yoksulluğun gölgesinde yaşamlarını sürdüren karakterler üzerinden sosyal gerçekçilik ve büyülü gerçekçiliğin harmanlandığı bir film Bird. İzlemek için bir diğer neden ise Barry Keoghan.


Baba Bug (Barry Keoghan) ve kızı Bailey (Nykiya Adams)

Film, 12 yaşındaki Bailey'nin (Nykiya Adams) perspektifinden anlatılıyor. Bailey, babası Bug (ki bu da Barry Keoghan oluyor) ve üvey kardeşleriyle birlikte kaotik bir yaşam sürüyor. Babası Bug, ergen yaşta baba olmuş, sorumluluklarını henüz tam anlamıyla kavrayamamış, düzensiz hayatı ve sorumsuz kararlarıyla başta basit bir figür gibi görünse de Keoghan'ın güzel performansı ile film ilerledikçe çok katmanlı bir karaktere dönüşüyor ve sevimsiz bir babadan, izleyicinin empati de kurabileceği sevgi dolu bir insana dönüşüyor. Babanın ve çocuklarının akran gibi durmaları uzaktan bakılınca evcilik oyunu oynayan çocuklar gibi duruyor başta. Bug, her ne kadar yaşı itibariyle çocuksu davranışlarıyla hayal kırıklığı yaratsa da, çocuklarına duyduğu sevgi ve koruyucu tavrı filmin ilerleyen dakikalarında açığa çıkıyor.

Filmin ana çatışması, Bailey'in hayatına aniden giren Bird adlı gizemli bir yabancıyla şekilleniyor. Bird, Bailey'in hayatına hem bir gizem unsuru katıyor, hem de koruyucu bir melek edasıyla ona gösterilen ilginin karşılığını veriyor. Bird, Bailey için hem bir kaçış, hem de aidiyet hissini bulma yolculuğunda bir rehber oluyor. Bird karakterine can veren Franz Rogowski'nin minimalist duran kendine has duruşu ve bakışı ile oluşan fiziksel oyunculuğu, karakterin hem büyülü hem de insani yanlarını rahatça dışa vuruyor. Ki Rogowski'nin bu oyunculuğunu geçen sene izlediğimiz 2 güzel film olan Anatomy of a Fall ve The Zone of Interest filmlerinin yıldızı Sandra Huller ile oynadığı 2018 yapımı Muhtemel Aşk filminde de izlemiştim.


Filmin sinematografisine de değinmek gerekiyor. Kuzey Kent'in gri, soğuk ve varoş ortamları, kamera sayesinde masalsız bir anlatıma dönüşmüş gibi duruyor ki hikaye de bunu istiyor. Film boyunca karşımıza çıkan doğa görüntüleri bizlere yapılan sadece bir manzara sunumundan ziyade, Bailey'in iç dünyasının tezahürü gibi sanki. Özellikle Bailey'nin kuşları videoya aldığı sahneler, hem estetik hem de sembolik açıdan derinlik katan görüntüler. Çünkü burada kuşlar, ergenliğe henüz ulaşmış Bailey'nin özgürlük ve kaçış arzusunu simgeliyor. 

Büyülü gerçeklik, filmin duygusal tonunu belirleyen en önemli unsurlardan biri. Bailey'nin bir kuş aracılığıyla arkadaşına bir not göndermesi gibi sahneler, izleyicinin gerçekçiliğini sorgulamadığı, aksine 'bu sahne bana ne hissettiriyor' sorusunu sorduğu sahneler olmalı. Böylelikle gerçeği sorgulayarak gerçekçilikten kopmamanızı engelleyebilir, gerçekliği daha derinden hissetmemizi sağlayabiliriz.

Yönetmen Andrea Arnold'un işlediği bir diğer güçlü tema, aile kavramının yeniden tanımlanması. Film boyunca Bailey'nin hem babası Bug, hem de Bird ile kurduğu bağ, alışılmış aile ilişkilerinin ötesinde (Bu temadaki aile yapısını İngiliz filmlerinde sıkça görüyor olsak da her defasında bir yabancılaşma yaşadığımız aşikar). Bug'un kaotik yaşantısının yanında Bird'ün huzurlu varlığı  Bailey'nin büyüme sürecindeki en büyük destek noktalarını oluşturuyor. 


Özetle Bird filmi, büyüme sancıları, aile bağları ve umut dolu bir dünyaya kaçış arayışını ele alan iyi bir film. Yönetmen  yoksulluk ve sınıf çatışması gibi konuları dramatize etmek yerine, karakterlerin bu koşullar altında hayatta kalma mücadelesini anlatarak yapıyor. Ve bunu büyülü gerçekçilikle toplumsal gerçekçiliği harmanlayarak, yer yer düşündüren, yer yer duygulandıran bir hikaye ile başarıyor. 

Geçen sene bu vakitler izlediğim Saltburn filmini "rahatsız edici film" diye tanımlamıştım. Senenin yine aynı bu vaktinde The Girl with the Needle filmini de aynı şekilde tanımlıyorum. 1919 sonrası Kopenhag'ında geçen ve gerçek bir hikayeden uyarlanan bu film, görüntüsüyle, hikayesiyle, ağızda bıraktığı tat ile, gösterdikleriyle ve göstermeyip size gerisini hayal ettikleriyle rahatsız edici bir film. Aynı zamanda Danimarka'nın Oscar'da Yabancı Dilde En İyi Film adayı ve Oscar'ın en güçlü ikinci adayı bana göre. 



Film, I.Dünya Savaşı'nın ardından Danimarka'da ekonomik ve sosyal kaosun hüküm sürdüğü bir dönemde geçiyor. Baş karakterimiz Karoline (Vic Carmen Sonne), toplumun dışlandığı bireylerden biri olarak hikayeyi taşıyor. Savaşa giden kocasından haber alamıyor oluşu onu hem yalnızlığa hem de fakirliğe dibine kadar iterken bunu izleyiciye çok net hissettirebiliyor. Bu düşüşün ardından umutla sarıldığı bir Kül Kedisi hikayesi doğuyor. Karoline'in kurtuluş olarak gördüğü bu ilişki, onu daha derin bir karanlığa sürüklüyor. Bu sene çok konuşulan Anora filminin hüzünlü Kül Kedisi hikayesini beğenenler bir de gelip bu filmi izlesinler diyorum. 

Film, yüksek kontrastlı siyah-beyaz çekimleriyle Kopenhag'ı oldukça kasvetli bir atmosferde izleyiciye yansıtıyor. Görüntüye eşlik eden müzikleri ile de izlerken yer yer bir kabusun içine çekiyor. Bu birleşim, yalnızca dönemin ruhunu yansıtmakla kalmıyor, aynı zamanda içsel bir mücadeleyi de görselleştiriyor. Film, izleyiciye direkt göstermediği sahneleri, gölge oyunlarının kasveti ile açık bir şekilde ortaya koyuyor. 

Karoline, Kül Kedisi hikayesinde tanıştığı Jorgen ile ilişkilerinden olan istenmeyen bir gebelik sayesinde Dagmar (Trine Dyrholm) ile tanışıyor. Hikayenin gerçek bir olayla ilişiği de bu noktada başlıyor. Filmden alacağınız tadı bozmamak adına şu an için daha fazla detaya girmeyeceğim. İzleyenler ya da spoiler takıntısı olmayanlar biraz aşağıya geçebilirler.

Filmin görsel estetik ve siyah-beyaz sinematografisin yanında oyunculuk performansı da oldukça iyi denecek kıvamda. Baş karakterimiz Karoline, yaşadığı tüm hisleri,duyguları yüz ifadesiyle bizlere rahatça aktarabilmekte ve bu sayede hiç zorlanmadan izleyiciyi o duyguya ortak edebilmekte. Yine filmin ikinci büyük karakteri olan Dogmar'ın hem güçlü duruşu ve mahkeme sahnesindeki toplumsal eleştiri yaptığı kısım ile kendisine hayran bıraktırıyor. Bu mahkeme sahnesinde, kadınların savaş döneminde oluşan kaotik durumdan dolayı nasıl yalnız bırakıldığını ve hayatta kalmak için ne denli zor seçimler yapmak zorunda kaldığını etkileyici şekilde anlatıyor Dagmar bize. 


Film, sinema öğrencilerinin seveceği eski yapımlara göndermeler de içeriyor. Tekstil işçilerinin vardiya sonunda fabrikadan çıkışını gösteren sahneler, Lumiere Kardeşler'in 1895 yapımı Fabrikadan Çıkan İşçiler adlı ilk hareketli görüntüsüne doğrudan bir saygı duruşu yapıyor. Işık-gölge oyunları ve eğik açılar ile korku ve belirsizlik hissi yaratması da Alman dışavurumcu Wiene'nin Dr Caligari'nin Muayenesi filmini hatırlatıyor. 

Tek bunlar da değil. Savaştan yüzü yaralı şekilde dönen Karoline'nin eski kocasının, bu deformasyon yüzünden maruz kaldığı dışlanma David Lynch'in Fil Adam filmine, Karaloine'nin kendi çocuğunu kürtaj yapmaya çalıştığı sahne ile Mike Leigh'in Vera Drake ve Cristian Mungiu'nun 4 Ay, 3 Hafta, 2 Gün filmini hatırlatıyor bize. 


Rahatsız Edici Kısımlar (Spoiler İçerebilir):

Karoline'in hayale kapılıp boşa düştüğü bir ilişkiden istenmeyen bir gebelik sahibi olduğunu söylemiş ve az önce de bir filme benzetirken bebeğini bir şiş yardımıyla kendi kendine kürtaj etmeye çalıştığından bahsetmiştim. İşte tam bu noktada filme dahil oluyor Dagmar karakteri. Gerçek bir kişinin canlandırıldığı bu karakter, istenmeyen gebeliklerde annelere bir teklifte sunuyor: "ücreti mukabilinde çocuğunuza çok iyi bir bakıcı aile bulabilirim". Zaten hayatın sillesini yemiş olan bu anneler de bir de çocuk ahı yememek için çocukları doğduğunda Dagmar'a getiriyor ve o da koruyucu ailelere o çocukları veriyor. Ya da biz öyle zannediyoruz. Çünkü işin bu noktadan sonrası cinayetler silsilesi. Filmde direkt olarak gösterilmese de, ipuçları ve ima yoluyla izleyicinin zihninde daha da rahatsız edici bir etki yaratıyor. Özellikle fırın, nehir ve kanalizasyon gibi sembolik sahneler tüyleri biraz ürpertip mideleri biraz bulandırıyor.

Film, hiçbir noktada izleyiciye rahat nefes aldırmıyor ve bu da duygusal açıdan izleyicide yorgunluğa neden olabiliyor. (Giderek şiddetini arttıran bu duygusal çöküntü hikayesini daha önce Memoir of a Snail animasyon filminde de izlemiştik, filmi izleyenler ve yazıyı okuyanlar hatırlayacaktır.) Yine buna ek olarak Dagmar'ın işlediği cinayetlerin toplumun kayıtsızlığı nedeniyle mümkün olması, izleyiciyi sorgulamaya ve rahatsız edici bir gerçeklikle yüzleşmeye zorluyor. Mahkeme sahnesinde kendisine 'neden öldürdün?' diye sorulduğunda verdiği cevabın mahkemede sessizlik yaratmasına hem şaşırıyor, hem üzülüyor hem de bir nebze 'lan acaba' diyoruz. " Mecburdum. O çocuklar annelerine çok acı vermişti. Onlara yardım ettim. Ben sadece gerekeni yaptım. Sizin yapmaya korktuğunuz şeyi yaptım. Korkak olduğunuz için itiraf edemiyorsunuz sadece. Aslında bana bir madalya vermeniz lazım"