lars von trier etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
lars von trier etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster


Lars Von Trier'in cekmeyi hayal ettigi bir film turu vardir, bilenler bilir. Iste o ture en yakin olcude cektigi en sert filmi  Nymphomaniac 25 Aralik'ta vizyona giriyor bilgisini versem de umitlenmeyin. Bu filmin ulkemizde vizyona girmesi yok gibi.


Filmde oynayan oyunculardan bazilari : Charlotte Gainsbourg, Shia LaBeouf, Christian Slater, Willem Dafoe, Uma Thurman ve Udo Kier

Daha fazlasi icin; google it, youtube it and get it.


Önce bir özet vardır. Dünyanın vazgeçilmezleri,yüklerimiz,geridebırakılanlar ve Melankoli. Sonrasında yıkım. Bir de bu saydıklarımızın detaylarıvardır. İnsanı melankoliye götüren ve sonunda yıkımın nedeni olan detaylar.Detaylar Justine’de saklıdır, yıkım Claire’a saklanır. Sonsuzluk ise aklınmağarasında gizlidir.

Bol miktarda spoiler içerir.

Justine

Açılış sekansında düğünlerine limuzin ile giden Michael veJustine çiftinin mutluluklarına tanık oluruz. Herşey olması gerektiği gibidirve yaşadıkları aksaklık dahi onların moralini bozmayacak cinstendir. Fakatgökyüzündeki değişimin evreleri aynı gece Justine üzerinde de etki yaratmıştırve babasının dediği gibi hayatındaki en mutlu geceyi geçiren Justine bir andayalnızlığın ve yıkımın pençesine düşmüştür. Melankoli gezegeni yaklaştıkcaJustine’in melankoli hastalığı artmaktadır.

Herşey Justine'da açığa çıkan melankoli hastalığı ile başlamıştır. Düğün gecesi ve gece boyunca yaşanılanlar insanın her daimkendi emelleri uğruna hareket ettiğini açığa çıkarır. Örneğin; ajans patronudüğüne ve çifte ilişkin konuşma yaparken reklam sloganını aramaktadır. Diğeryandan Justine’in anne ve babası kızlarının mutluluğu üzerinden bitmiş olanevliliklerinin kavgasına devam etmektedir. İlgi odağı olma sorunsalı geceboyunca ön planda olan her bireyde zaman zaman belirir. Keza düğününorganizatörü olan Claire gecenin mahvedildiğini düşünür ve bunu bir hakaretolarak algılarken eşi düğün masraflarını karşılayarak cömertliğini gözler önünesürmektedir. Kurtarılamayacak burjuva ahlakının örnekleri gece boyunca gerilimeneden olmaktadır. Gecenin belli normlara göre ilerlemesi ise tamamen duygudanyoksundur. Zira burjuva kanadı duygudan ziyade zarafetin ve ihtişamınpençesindedir. Ayrıca kadın karakterler tekrar tekrarkötülüğün başlangıcı olarak sunulur. Zira Justine ve annesi gerilimin anakaynaklarıdır. Diğer yandan Michael ilk bölümün tek iyi olgusudur. İyiliği vesaflığı ilk bölümde sembolize eden tek kişidir.


Clarie

İnsanlar yardım etmenin verdiği huzurun yanı sıra başkainsanların kendilerine muhtaç olmasından da güç alırlar. Clarie böyle birkarakterdir. Kardeşi Justine’in ruhsal ve fiziksel yönden düştüğü çöküntüesnasında ona yardım ederek kendi ruhunu tatmin etmektedir. Kibiri elden bırakmadan,modernizmin başrolünü oynadığı bir hayatta kişisel buhranların içine düşmüştür.Melankoli gezegeninin yaklaşmasındandolayı hayatından endişe etmektedir lakin görüyoruz ki endişe ettiği hayatınelle tutulur bi yanı bulunmamaktadır. Baskıcı bir karakterin eşine ve çevresinedayatmaları çerçevesinde geçen birhayatın izleri vardır.
İkinci bölümde Claire; yapay modern yaşamın aklın vedoğaüstü olaylar karşısındaki çaresizliğini simgeler. Justine insanınyalnızlığını hiçbirşeyin kurtaramıyacağını düşünür ve yokoluşa kendini hazırlamıştırzira hepimiz öleceğiz ve yalnızlığınpençesine takılmış durumdayız. Bu nedenledir ki Justine düğün gecesi estetikyaşamdan kendini soyutlamış, aklın ve mantığın doğrultusunda melankolihastalığına tutulmuştur. Tüm insanlığın melankolisini Justine yaşar. Claire isesadece kaçınılmaz sondan kaçmaya çalışarak sonsuzluğa ulaşmaya çalışmaktadır.


Mutlak Son

Melankoli gezegeninin yaklaşıyor olması bir metafordur.Mutlak sona insanlık gene kendi elleriyle ve düşünceleriyle ulaşacaktır.Metaforun kullanılması insanın kendi hayatı adına yapacağı endişeyi gözlerönüne sunmak amacıyla planlanmıştır. Böylece son sekans insanın yalnızlığından soyutlanıpsonsuzluğa ulaşmasını hedef alır. Claire; Justin ve oğluyla birliktemalikanenin bahçesinde tahta parçalarından mağara kurarak bir nevi Platon'unmağarasına giriş yapmıştır. Bu son sahnede de sembolize anlatımı tercih edenTrier böylece insan yalnızlığının soyut yaşamdan ayrıştırılarak ancak aklın vemantığın mağarasında sonsuzluğa ulaşabileceğini bunun dışında insan soyunun yokolmaya mecbur olduğunu anlatmaya çalışmıştır.




Altın Palmiye ödülü için yarışan Melankolia filminin tanıtım toplasındaki konuşmasında hafif mizahi, biraz şakavari ama bana kalırsa biraz içten duygularla nazi sempatisi olduğunu açıklamıştı.


"Hitler'i anlıyorum. 2. dünya savaşında yaptıklarını benimsemiyorum ama onu iyi anlıyorum. Yahudilere karşı değilim. Yahudileri seviyorum ama çok değil. Çünkü israil tam bir dert. "
dedikten sonra "bu cümleleri nasıl toparlayağım şimdi" deyip hafif bir pişmanlık sunduysa da festival yönetimi biletini kesti. Lars von Trier'in kendisi gönderilse de filmi hala Altın Palmiyeye aday. Toplantıdan önce favoriler arasında olan filmin artık ödül alamayacağına kesin gözüyle bakılsa da ben jürinin yine bir dik başlılık gösterip filme hakettiği gibi yaklaşacağını düşünüyorum. En azından istiyorum.

Benzeri olay geçenlerde ülkemizde yaşanmıştı. Benzeri diyorum çünkü bizdeki olayda direkt yaptırım söz konusu olmamıştı. Irkçı ve türk düşmanı ilan edilen Kusturica ülkeyi terke zorlanmıştı. Yönetimden gelen bir karar değildi, bu kendi isteğiydi. Kusturica olayına taraf yaklaşanlar Trier için neler diyecekler merak ediyorum.

ve blogumuzun koyu Trier'cisi ealtürk'ün yorumunu da :)

Ve ilgili basın toplantısının videosu


Blog arşivine şöyle bir göz attım ve film olsun,dizi olsun hatta etkinlikler olsun pek çok konu hakkında fikir beyan etmişiz,fakat mevzu bir türlü yönetmenlere gelmemiş.Ortada bir yapım varsa muhakkak tüm bileşenlerin belirli bir önemi vardır lakin film işçiliğinde yönetmenlerin payının daha fazla olduğunu düşünenlerdenim.Zira kağıt üzerinde taslaktan ibaret olan bir yapımı allayıp pullamaları ve kendi bakış açılarını da eklemeleri yapımın sinema endüstrisindeki yerini belirler.Bu sebeple yönetmenlerle yapılmış olan röportajlardan ilgi çekici bulduklarımı pasajlar halinde sizlerle paylaşmak istiyorum.Açılışı Lars Von Trier ile yapalım zaman içinde diğer yönetmenlerden de birşeyler paylaşarak yeni bir seri oluşturmuş oluruz.

"Fakat Funny and Alexander'i gördüğümde resmen ağladım.Bu filmin bir hata olduğunu düşünüyorum.Bir rock video klibine falan benziyor.Bergman'a duyduğum sevgi,bütün kişisel deneyimlerin buhar olup uçtu o filmden sonra...Gördüğüm tüm filmleri kişisel bir deneyim gibi sahiplenirim,bazen de ihanete uğradığımı hissederim. Bergman bir tıpa gibi isveç film dünyasının tepesinde durmaktadır ve yaratıcılığı kısıtlayan bir güç merkezidir adeta.O filmleri çektikten sonra ölse daha iyi olacaktı.Pek çok yönetmen için aynı şey söylenebilir aslında;belirli bir filmi çektikten sonra ölmeleri daha iyi olacaktı.Fassbinder doğru zamanda ölerek kendisine bir iyilik etmiş oldu.Truffaut çok geç öldü.Bunu söylerken insanlardan çok yönetmen olarak söz ediyorum onlardan.Tabii ki erken ölseler yakınları için çok üzücü olacaktı*"

Lars Von Trier,Ingmar Bergman'ın Persona ve The Silence yapımlarını beğendiğini söyledikten sonra Ingmar Bergman sineması ve yönetmenlerin sonsuzluğa ermesi adına düşüncelerini belirtirken.

*Danimarkanın günlük gazetesi Berlingske Tidende'ye 1991 yılında verdiği röportajdan alıntıdır.

Dönem dönem yönetmenler bir hikayeyi devam ettirmek veyahut bir düşünce üzerinden devam filmleri yapmak adına seriler oluşturmuştur.Godfather,Star Wars ve Lord of the Rings hikaye devamı adına bahsettiğimiz serilere örnek gösterilebilir.Diğer yandan Haneke'nin Duygusal Buzlaşma üçlemesi,Kieslowski'nin Üç Rengi ve Chan Wook Park'ın İntikam Üçlemesi de düşünce anlamında bir seri oluşturur.Üzerinde durucağım Üçleme ise Lars Von Trier'in Altın Kalp Üçlemesi.

Lars Von Trier yönetmenliğinin ilk yıllarında eleştirel anlamda Avrupa üzerine yoğunlaşmış ve Avrupa Üçlemesi adını verdiği yapımlara imza atmıştı.Sonrasında ise kafasında yapıcağı filmlerle ilgili yeni bir taslak oluştu.Çocukluğu döneminde okuduğu Guld Hjerte (Altın Kalp) adlı resimli masaldan ve Justine isimli romandan etkilenen Trier'in hayat felsefeside bu eserlerden izler taşır.Hayat görüşü olarak "iyilik yapmanın kilisede diz çöüp dua etmekten daha önemli olduğunu" belirtir ve bu iki eserde de iyiliğin sınırlarından taşmış iki kızın hayatı anlatılır.Her kötülüğe ve zorluğa karşı iyilikten ve pozitif düşünceden yılmayan karakterler Trier'in o dönem Breaking In the Waves ismini verdiği yeni filmine esin kaynağı olurlar.Sonrasında dogma 95'in ikinci filmi olan Idioterne ve Dancer in the Dark ile üçleme tamamlanır.





-Saflık ve İyilik Mevzusu-

Breaking in the Waves'te Bess karakteri saf,hassas,batıl inançları olan,geçmişinde yaşadığı psikolojik sorunlar nedeniyle hayatını kontrol edemeyen bir bireydir.Evlendikten sonra cinsel anlamda da hazların esiri olmuş bu nedenle kocasına düşkün bir karakteri ortaya koymaktadır.Bir kaza sonucu yatalak olan kocasının istekleri ile dindar bir toplumdan yetişmiş olmanın beraberinde getirdiği kısıtlamaların arasına sıkışmıştır.İstediği tek şey kocasının iyileşmesidir ve inancı uğruna herşeyi kurban edebilicek durumdadır.Mantıksız kararlar ve her iki tarafın isteklerini yerine getirmeye çalışırken yaşadığı sıkıntılar ve belirsizlikler filmin devamını konu alır.Saflığın ve herkesi mutlu etmeye çalışmanın getiriceği sonucun kişisel mutluluğa ulaşmak olduğunu düşünen Bess'in Tanrı ile hayal ettiği konuşmalarında algılayamadığı ise sınırsız isteklerin bir bedeli olduğudur.

Idioterne'de ise Altın Kalp karakteri olarak gösterilen kişi Karen'dir.Dogma 95 kurallarına uygun olduğu için çekim tekniğinden filmin montajlanmasına kadar detayların rol aldığı filmin konusu gerizekalı taklidi yaparak içlerindeki ahmağı ortaya çıkarmaya çalışan bir grup genc toplumdaki dışlanmış bireyler temasına dikkat çekerek çeşitli sapkınlıklara yönelmesidir. Gerizekalı grubuna son dahil olan Karen ise bebeğini yitirmiş ve toplumu eleştirmek veya sosyal mesaj vermek adına değil içindeki acıyı dindirmek için delirmeyi seçen biridir.Acıyla başetmek için delirmeyi tepki olarak seçmiştir.Karen karakteri acının derinlere gömülmesi ve hayatın kaldığı yerden yaşanmasından ziyade o acının saf bir şekilde gösterilmesinin mühimliğini ortaya koyar.Karen toplumdan öğrendiği dayatma modeller yerine içinden geldiğince yas tutar.Yaşadığı sinir krizleri ve içine kapanıklığı toplumun dışında kurulan bir dünyada kendi gerçek dünyasını bulmasını ve özgürleşmesini sağlar.Grup zaman içinde varolan dünyaya bu şekilde ayak uyduramıyacaklarını anlar ve en az normal insanlar kadar 'tutucu' olduklarını farkeder.Karen ise ahmaklığın sembolü olmuştur.Evden ayrılırken “Sizinle birlikte bir gerizekalıyken çok mutluydum.” diyebilicek kadar 'ahmak'tır.

Dancer in the Dark'ta ise genetik bir hastalık yüzünden gözleri gün geçtikce daha kötü görmeye başlayan ve kör olan Selma'nın oğlunu çok geç olmadan ameliyat ettirmek için çektiği sıkıntıları anlatır.Selma'nın kendi deyimiyle tek isteği oğlunun torunlarını görebilmesidir.Kendi hayatı adına tek umursadığı ise müzikallerdir.Kendi deyimiyle "müzikallerde hiç kötü birşey olmaz" ve bu nedenle Selma'nın yaşadığı renksiz yaşamın tek rengi müzikal provalarıdır.Müzikallerde kendinden geçer ve saf mutululuğu gözlerinden okunur.Oğlunu herşeyden öte tutması ve onun için birşeyler yapıyor olması mutlak iyiliği betimler.Selma idealist bir insandır ve inancı uğruna herşeyi yapabilicek biridir.




-Üçlemenin Sunduğu Eleştiriler-

Lars Von Trier Breaking in the Waves'te bolca din eleştirisi yapmaktadır.Kilisenin önde gelen yaşlılarının getirdiği baskı ve kısıtlamalar,kilisede kadınlara söz hakkınının tanınmaması ve cenaze ayinlerinde sergiledikleri tavır birer eleştiri konusudur.Din adamlarının din üzerinden başkalarını hor görme ve eleştirme haklarını kendilerinde görmeleri,toplumun tamamen dini kurallara göre şekillenmesi de filmde tek elden yansıtılan yönleri.Toplum içinde 'düşen' insana yardım eli uzatılacağı yerde din adamlarının buyurması üzerine Bess toplumdan dışlanmaktadır.Yaratılan toplum ve din imajı son derece rahatsızlık vericidir.Din üzerinden baskıcı bir yönetimin esiri olmuş toplumun dayatmalara başkaldırmaması ve bunları kabul etmesi Bess'in kaderine etki eder.

Idioterne ise dediğimiz gibi toplum eleştirisini baz alan bir yapımdır.Stoffer'in önderliğindeki grubun sergiledikleri 'ahmaklık' toplumun tepkisini ölçmeye çalışır.Burjuva eleştirisi yapan,ezilenlerin yanında saf tutan bu gençlerin her birinin misyonu vardır ve halkı kışkırttıkları kadar birbirlerini de kışkırtırlar.Yarattıkları isyan ne kadar toplum eleştirisi olsa da kendilerini tanımak için de kendi içlerinde yarattıkları bir yolculuktur.Saldırdıkları toplum dayatmaları kendi içlerindeki tutucu duvarlara yapılan saldırılarla eşdeğerdir.İki hafta sonunda toplumu gerçek anlamda terk etme çalışmaları başarısız olmuştur.İçlerinden çıkarmaya çalıştıkları saf ahmak aksine onların da tutucu olduğunu ortaya çıkarır ve kendilerini toplumdan tamamen soyutlayamazlar.Yapımda Stoffer'in topluma getirdiği şu eleştiri çok önemlidir."Toplumu her seferinde daha ileri taşıyamıyorsa,herkesi daha fazla mutlu edemiyorsa gittikçe zenginleşen bir toplumun mantığı nedir?"


Dancer in the Dark'ta ise Lars Von Trier para eksenli eleştiri yapmaktadır.Paranın insan ilişkilerini yönetmesinden yola çıkarak Selma'nın en önemli sırrına ihanet edilmiş olması ve Bill'in ihtirasları uğruna bir başkasının hayatını çalmaya çalışması paranın toplumdaki önemini vurgular.Diğer yandan yapımda göze çarpan ekonomik eşitsizliklerin yarattığı sıkıntılardır.Her ikisi de orta-alt sınıfa mensup bireyler iken Selma oğlunun ameliyatı için gece gündüz çalışıyordur,Linda ise lüks düşkünü olduğu için tüketime değer vermektedir ve bu ayrım sonucu tüketim çılgınlarının işçi sınıfının parasına göz dikmesine varmaktadır.Hakları yenmiş olan işçi sınıfı sağlık sorunlarını bile gidermekten aciz bir hale gelir.Ve böylece başkalarının malına göz dikmekte sorun görmeyen toplum Selma'nın komünistliğin daha iyi bir düzen olduğunu belirtmesinden rahatsız oluyor.


Cannes'ta Breaking in the Waves ile jüri özel ödülü,Dancer in the Dark ile de Altın Palmiye'yi kazanan Trier üçlemenin her filmiyle eleştiri konusu olmuştur.Eleştiri sunduğu her kesimin tepkisini alan Trier'in yarattığı kadın karakterler defeminist grupların tepkisini de çekmiştir.Eleştirileri pek önemsemeyen Trier Altın Kalp Üçlemesinden sonra 2000li yıllarda kadınlar üzerinden anlattığı hikayelere devam etti ve bu üçlemede üzerinde özellikle durduğu toplum ve Dancer in the Dark'ta öne çıkan Amerika eleştirilerisini de daha kışkırtıcı bir şekilde yapmaya başlamıştır.


Dogma 95 Manifestosu Nedir ve Neden Ortaya Çıkmıştır?


Sinema her zaman yeniliklere açık ve yeni görüşlerin sürüklediği bir sanat dalı olmuştur.Sinemanın geleceğinin tartışıldığı her dönemde farklı akımlarla kendine yol aramış ve neticede o yolu bulmuştur.Nitekim sinemanın sanata değer veren bağımsız yönetmenleri stüdyo yapımlarının boyunduruğuna girmemiştir.Alman dışavurumculuğu,İtalyan yeni gerçekçiliği,Fransız yeni dalga akımı sinemanın bugününe önemli etkiler bırakan akımlar olarak nitelendirilebilir.

Bu akımların her biri yaratıldığı döneme tepki olarak doğmuştur.Örneğin Fransız yeni dalga akımının ortaya çıkışındaki başlıca etken Fransız sinemasının Hollywood yapımlarının gölgesinde varlığını sürdürmesidir.Radikal hareketler çeşitli sancılara neden olur ve bu sancılar dönemin yol gösteren yönetmenleriyle aşılabilir.Fransız yeni dalga akımının tarih kitaplarında kaldığı,Alman sinemasının önemli yönetmenlerinin de (Fassbinder,Wenders gibi yönetmenler) geride kaldığı 90larda sinemanın büyük bütçeli stüdyo filmlerine karşı tekrar dirilmesi gerekiyordu.Bağımsız sineması her ne kadar övgüye layık olsa da bu konularda Amerika her zaman apolitik ve duyarsız olmuştur.Kurulu olan düzenin çarklarını döndüren her daim Hollywood sineması olduğundan Amerikan sineması böyle oluşumlara uzak durur bi nevi devrimin karşıtıdır.1995 yılında Lars Von Trier sinema sektörünün esir olduğu Jurassic Park ve Die Hard gibi stüdyo odaklı dev prodüksüyonlara tepki amaçlı bir manifesto hazırlamaya koyuldu.Thomas Vinterberg'le birlikte yemek masasında 25 dakikada hazırladığı manifestoyu sinemanın 100.yılı adına düzenlenen sempozyumda Paris'te diğer yönetmenlere bildirme gereği duydu.Bu manifestoda 10 kural vardı.''Bu kurallar;

1. Çekimler stüdyo dışında yapılmalıdır. Sahne donanımı ve setler içeri taşınmamalıdır. (Hikaye özel bir sahne donanımı gerektiriyorsa, stüdyo dışında bu donanıma uygun bir mekan seçilmelidir.)
2. Ses, kesinlikle görüntülerden ayrı olarak üretilmemelidir ya da tersi. (Sahne içinde üretiliyor olmadığı sürece müzik kullanılmamalıdır.)
3. Kamera, elde taşınıyor olmalıdır. Elde taşınan kamera ile elde edilecek hareketlilik ya da hareketsizlikler serbesttir. (Film, kameranın durduğu yerde çekilmemeli; kamera filmin olduğu yerde olmalıdır.)
4. Film, renkli olmalıdır. Özel ışıklandırma kullanılamaz. (Eğer çekilecek olan sahnede filmin pozlandırması için çok az bir ışık söz konusuysa, sahne kesilmeli ya da tek bir lamba kameraya iliştirilmelidir.) 5. Optik numaralar ve filtreler kesinlikle yasaktır.
6. Film, gelişigüzel aksiyon içermemelidir. (Öldürme, silahlar, vs. bulunmamalıdır.)
7. Zamansal ve coğrafi yabancılaştırmalar yasaktır. (Kısaca film, şimdi ve burada geçmelidir.)
8. Tür filmleri kabul edilemez.
9. Film formatı 35 mm olmalıdır.
10. Yönetmen, jenerikte belirtilmemelidir.
Ayrıca yönetmen, kişisel adlardan sakınacağına, artık sanatçı olmadığına, anları bütünden daha önemli gördüğü gibi, bir 'iş' yaratmak- tan kaçınacağına, en büyük hedefim karakterlerinden ve ortamdan gerçeği açıkça çıkarmak olacağına ve bunu elinden geldiğince ve iyi tadlarla estetik faktörler pahasına yapacağına and içer.'' olarak belirlenmiştir.


Kuralların öncelikli amacı yönetmenlerin üzerindeki baskıyı kaldırmaktı.Stüdyoların esiri olmuş yönetmenler özel efektlerin,kolay çözümlemelerin boyunduruğuna girmiş ve bir çoğu insan duygularıyla ilgili basit bir hikayeyi anlatmaktan aciz hale gelmişti.Lars Von Trier'in deyişiyle bu manifesto onları sarsacak ve kendilerine getirecekti.Dogma kurallarının sert olma nedeni buydu.En nihayetinde kurallar yönetmenleri cezalandırmak değil,onları cesaretlendirmek ve onları özgür kılmak için yaratılmıştı.Amaç büyük çaplı filmlerin baskıcı araçlarından yönetmenleri kurtarmak,ayaklarının yere yeniden sağlam basmasını sağlamaktı.Bunu teknolojiye sığınmadan gerçekleştirmek,anlık kararların etkin olduğu bir sinema devrimi oluşturmak Lars Von Trier'in fikirlerinden biriydi.

Onu bu manifestoyu hazırlamaya iten etkenler nelerdi peki?

Lars Von Trier'in Riget (Krallık) dizisinin çekimlerinde bulduğu rahat çalışma ortamı ve işine karışılmaması onun baskıdan sıyrılmasına ve kariyerinin en önemli yapımına imza atmasını sağlamıştı.Uzun metrajlı film çekmenin getirdiği sıkıntıları bu diziyle üzerinden atmış ve yaratıcı zekasını özgür kılmıştır.Lakin Krallık dizisinin çekimlerinin sona ermesinden sonra Breking the Waves (Dalgaları Aşmak) ile yeniden kendini gösteren ağır sorumluluk ve baskı bu manifestonun hazırlanmasına ön ayak olmuştur.Ekonomik baskılar diğer yapımlarında da karşısına çıkmış ve zekasının sadece filme odaklanmasına engel olmuştur.Filmlerini çekebilmek için her zaman farklı işlere el atması gerekmişti(reklam çekimi,yapmıcılık) ve filmler için gerekli bütçeyi sağlayabilmek onu gerçekten yoruyordu.Danimarka'nın en ünlü yönetmeni iken ve dünya çapında tanınan bir isim haline gelmişken bile Lars Von Trier bu kadar zorlanıyorsa diğer yönetmenlerin stüdyoların emrinde çalışmaktan başka yapabilicekleri pek birşey kalmıyordu.Bu da onların yaratıcı zekalarını kullanmalarını engelliyordu.Bu açıdan Dogma 95 manifestosu yerinde ve gerekli bir hareket olmuştur.

Dogma 95 manifestosu bildirildikten sonra bazı yönetmenlere çağrılar yapılmış ve bu projeye destek olmaları istenmiştir.Trier ve Vinterberg'in oluşuma destek vermelerini istediği çoğu yönetmen oluşumla ilgilenmedi ve ciddi eleştiriler yaptılar.Özellikle manifestoda yer alan 5.kuralı nasıl uygulayacaklarına dair tartışmalar oldu.Herşeye rağmen Soren Kraugh Jacobsen ve Kristian Levring gibi Danimarka sinemasında önemli isimlerin destek verdiği ve katıldığı oluşum 1996 yılında Danimarka Kültür Bakanlığından çekilecek olan Dogma filmlerine bütçe ayrılacağı sözü almıştı.Bütçe konusunu böyle aşmayı planlayan oluşum sonradan Danimarka Kültür Bakanlığının karar değiştirmesi ve ödenek için çekilmesi plananan filmlerin diğer yapımlarla yarışması gerektiğini açıklamasıyla ölü bir oluşum olmuştu.Danimarka Kültür Bakanlığının bu kararı vermesinde önemli etken henüz senaryosu olmayan 5 filmin geleceğinn belirsiz olması idi.Ve diğer yapımları es geçmemek adına Dogma filmlerine ayrıcalık tanınmamıştı.Trier'in Zentropa yapım şirketini birlikte kurduğu Aalbaek Jensen filmlere yabancı kaynaklar bularak çekimleri gerçekleştirebileceklerini belirtsede Dogma 'danimarkalı' bir oluşumdu o yüzden böyle bir teklif kabul edilemezdi.1997 yılına gelindiğinde Lars Von Trier tüm umudunu yitirmiş ve Dogma ile ilgili tüm herşeyi Jensen'e devretmişken Norveç Film ve Sermaya Kurulu üzerinden Danmarks Radio sayesinde bütçeye gerekli yardım gelmişti.Gerekli bütçeyi sağlayan oluşumun yeni hedefi filmleri çekmek ve tüm dünyaya Dogma filmlerini tanıtmaktı.

Gelecek yazı : Dogma kurallarına uygun nitelikteki ilk eserler


Sinemanın izleyiciyi iki ayrı kutba ayırdığı en belirgin noktalardan biride hiç kuşkusuz Lars Von Trier'in yapımlarıdır.İlk filmi Element of Crime'dan itibaren yapımlarında kullandığı teknikler kimisi için sinemayı ve dolayısıyla izleyiciyi manipüle ettiği bir oyun,onu anlamaya çalışan ve tekniğine hayran olan kişiler ise günümüzün en yenilikçi,özgün yönetmeni olduğu kanısına varır.Sinemanın klasik kalıplaşmış değerleriyle oynayarak yapımlarında sinemanın nasıl olması gereketiğini sorgularken Avrupa üçlemesi adını verdiği ilk yapımlarında da ışık ve renk oyunlarıyla deneysel işlere el atmış,ilerleyen yıllarda da birçok bağımsız yönetmene ilham olucak olan Dogma 95 manifestosunun öncülüğünü yapmıştır.Trier sinemasının zaman içinde yenilikler maruz kalmış,kural olarak nitelendirdiği manifestoyu zaman içinde unutturan yapımlara geçiş yapmış ve Avrupa'dan Amerika'ya uzanan üçlemeleri ile günümüz sinemasında dahi/deli sınırlarında gezinmeye başlamıştır.Zaman zaman tutarsız davransada Trier ile ilgili söylenebilicek olan en önemli şey hiç kuşkusuz nevi şahsına münhasır bir sanat doğrusu olduğudur.

Avrupa Portresi

Trier sinemasının ilk örnekleri niteliği taşıyan bu filmler kronolojik olarak sıralıyacak olursak;Element Of Crime,Epidemic ve Europa şeklinde ilerler.İçeriğin Avrupa üzerinden anlatımı nedeniyle trilojiye Avrupa adı verilmiştir.Her üç filminde içerikle birlikte biçim ve filmlerin ana kahramanlarıda benzerdir.Özellikle yapımlarında esas karakterlere hipnoz yöntemini kullanması,Element of Crime'ın renk kullanımında ortaya koyduğu rahatsız edici gerçek dışılık,Europa'da siyah-beyaz ilerleyen filmin zaman zaman karakterlerinin renklendirilmesi Trier'in ilk yapımlarında birşeyler aradığının farklı bir sanat anlayışı olduğunun göstergesidir.Bu yapımlarında Alman dışavurumculuğu ile Amerikan kara-film eserlerinden feyz alan Trier bireylerin yabancılaşmasına dikkat çeker.Gerçek ile bilinçaltının içiçe geçtiği bu yapımlarda anlatmaya çalıştığıyla genel olarak karanlık bir Avrupa portesi çizmiştir.Sergilediği Avrupada insana dair üç şey vardır:salgın,suç ve savaş.Bu kabusların etkisinde kalan insanlık kıtaya ayak basan karakterlerin doğrularını kaybetmelerine yol açıyor.



İdealizm Eleştirisi


Trier Avrupa üçlemesinin ana karakterleriyle ilgili "doğruluk adına yaptıkları her şey bir şekilde yanlışa dönüşen" (anti)kahramanlardır" demiştir.Element of Crime'da bir cinayet vakasını çözmek adına Avrupa'ya dönen eski polis Fisher'ın zaman içinde yakalamaya çalıştığı seri katil gibi yaşamaya başlayıp onu anlamaya çalışmaya gitmesi ve şiddete bulaşması Trier tarafından bizlere şiddetin toplum içinde her bireyde açığa çıkabilicek bir davranış olduğuna suça yatkınlığın doğuştan varolduğuna ayrıca polis teşiklatlarının suçun kendisini doğurduğuna atıflar vardır.Suçluya karşı suçlu gibi davranılırsa toplum içinde şiddetle sorun çözülebiliceğine dair bir kanı oluşturulmuş olur.Dr.Fisher'ın idelist tavırları Avrupa'ya ayak bastığında devam etsede Avrupa'nın karanlık yüzünde Avrupa'ya dönüşen Fisher zamanla ideallerinden uzaklaşmıştır.

Epidemic yapımında yazdıkları senaryonun kaybolmasıyla yeniden senaryo yazmaya uğraşan yönetmen ve senaryo yazarının farkında olmadan yarattıkları salgınla yüzleşmesine yer verilir.İki farklı öykünün içiçe geçmesi sonucu yazarların yarattığı Dr.Mesmer karakteri salgın haline gelen virüsü engellemek adına yollara koyulan idealist biridir lakin çantasında taşıdığı virüs ile salgının yayılmasına sebep olmuştur.İzleyiciyi oldukça rahatsız eden salgına yakalanan kızın cinnet geçirilmesiyle ilgili filmin içinde Trier bizi yönetmen rolünde şu şekilde uyarmıştır:"Film dediğin ayakkabının içine kaçan taş gibi olmalıdır." İdeallerinin peşinde yenik düşen anti kahramanımız Dr.Mesmer son idealist olmayacaktır.

Europa'da karanlık,kasvetli ve 2.dünya savaşı yorgunu olan Almanya'ya gelen Amerikalı Leo Kessler dünyanın iyi bir yer olduğuna ve insanlara yardım ederek dünyaya katkı sağlayacağını düşünen idealist biridir.Zentropa adındaki trende yataklı vagon kondüktörü olarak çalışmaya başlayan Leo zaman zaman katı kuralların arasında sıkışıp kalır ve savaşın halen Nazi yanlıları için sürdüğü bir ortamda dünyayı daha iyi bir yer yapmak adına çıktığı bu yolculuk verilen kararlar yüzünden ters tepmeye başlar. İdeallerinden son ana kadar vazgeçmeyen Leo'nun saflığı ve Alman darkafalığının yarattığı kaos durumu savaş sonrası Avrupa portresini şekillendirir.Leo'nun amcasında tezahür eden kurallara sadakat şu sözlerle varlığını belli eder: " Görülecek birşey yok".Sorgulamanın yasak olduğu ve verilen emirler karşısında hata yapma lüksünün olmadığı Zentropa'da politik bir gerilimin Avrupa geleceğine tesiri konu edilir.Tren ve faşizm'in birbirine girdiği filmde 'görülecek birşey yok' repliğiyle boyun eğen bir halk yaratmaya çalışıldığıdır.Savaşı kaybetmiş olsa bile faşizmin etkilerini Almanya derhal silememiştir.


Hipnoz ve Bilinçaltı


Avrupa üçlemesinde Trier bilinçaltının oynadığı oyunları ve hipnoz'u karakterleri üzerinde önemli bir unsur olarak kullanmıştır.Element of Crime'da bilinçaltına yapılan yolculuklarla Avrupa tasviri izleyicilere aktarılır.Renklerin sarının kirli bir tonunda olması bilinçaltı yolculuğunun bizlere sunumunda o havayı solumamıza yardımcı oluyor.Flashbacklerle hipnozu gerçekleştiren ile Fisher arasında sağlanan yolculukta imgelerin önemli bir yer tutması ve yolculuğun Fisher'ın tasarladığı dünyada gerçekleşiyor olması bir takım soruları izleyici için cevapsız bırakır.


Epidemic yapımında senaryo yazan iki arkadaşın hayal dünyasında oluşturdukları Dr.Mesmer karakterinin gerçeğe dönüşmesi ve virüs salgınını yayması beynin yanılsamasıdır.Virüs salgınının film boyunca incelenmesi ki ortaçağda insanların korkusunun veba olması ve üzerinde durdukları bu virüsün tekrar ortaya çıkması beynin saplanmış olduğu korkuların karşımıza çıkmasıdır.Filmin sonlarına doğru da salgına maruz kalan kızın cinnet geçirmesi ve hipnoz sahnesiyle bilinçaltının sunduğu gerçekliği Trier bizlere aktarır.

Europa ise açılış ve kapanış sekanslarıyla hipnoz altbaşlığı altında incelediğimiz bu üçlemede üzerinde en çok durulabilicek olandır.Hipnoz ile başladığı Avrupa yolculuğuna gene uzun seanslı bir hipnozla veda eden Leo'nun bu süreç içerisinde bilinçaltında hareketlerini anlatıcı kontrol eder.Her sahne hipnozu gerçekleştiren sesin bize sunmayı istediği gibidir.Leo'nun kukla görevini oynadığı Trier'in toplu hipnoz denemesi yaptığı bu yapımla ilgili : "Sanırım Avrupa bir gerilim filmi ve güldürü öğeleri de içeren bir melodram.Almanya bende bir saplantı.Alman toplumu her zaman en uç noktadaki tutkuları sergilemiştir: Kişiliklerinde, bireyler ve diğer ülkelerle olan ilişkilerinde.Her filmim teknik bir yenilik içerir. Avrupa'da kendime birçok eğlenceli teknik oyuncak aldım. Görüntü eklemek üzerinde çalışıyoruz; bazen kimi siyah-beyaz, kimi renkli yedi görüntü katmanını üst üste koyabiliyoruz. Ama asıl önemli olan, bu şekilde ancak farklı merceklerle çekilebilecek görüntüleri birleştirebilmemiz. Bu yolla, ilk bakışta fark edilmeyen ancak izleyicide derin iz bırakan bir etki yaratabiliyoruz. Aynı şey kamera hareketleri içinde geçerli. Görünüşte tam anlamıyla gerçekçi bir izlenim bırakan, ancak filmi planladığımız yöne doğru sürükleyen bu unsuru içeren görüntüler yaratıyoruz. Bu da hipnozdur" demiştir.Kapanış sekansında toplu hipnoz yapmaya çalışmış ve izleyicileri de bir nevi filme ortak etmiştir.

Üçlemenin ardından tekrar farklı arayışlara girmiş,biçim ve çekim olarakbirbirinden ayrı işler ortaya koymuş olsada değişmeyen tek şey masal anlatmak yerine bize gerçekci sert yapımlara sunmaya çalıştığıdır.

1930lu yıllarda geçen hikayede Dogville isimli kasabaya gangsterlerden kaçarak gelen Grace(Nicole Kidman),kasabanın önemli isimlerinden Tom(Paul Bettany)'un da yardımıyla kasaba halkı tarafından saklanmasına yardım edilir.Dogville,Rocky Mountains madenlerinin eteklerinde sakin,herkesin birbirini tanıdığı,iyi insanlardan oluşan bir kasabadır. İki hafta boyunca Grace'in kasaba da kalmasına ses çıkarmayan kasabanın yerlileri Grace'in onlara işlerinde yardım etmeye başlamasıyla onu daha çabuk benimseye başlarlar.Sürekli olarak kasabada yaşamaya başlayan Grace için ilk zamanlarında yaptığı yardımlar kasabaya uyumu ve meşguliyet kazanmasıyla ilgili iken polislerin kasabaya kayıp ilanları asmasıyla,Grace'in kendilerine muhtaç olduğunu bilen halk zaman içinde gerçek yüzünü göstermeye başlar...

Lars Von Trier'in her filmi seyirciyi şaşkınlığa uğratıcak bir kurguya sahiptir.Dancer in the Dark,Breaking the Waves ve Europa yapımlarıyla izleyicinin gönlünde farklı bir yere sahip olan Trier 2003 yapımı Danimarka-Fransa-İsveç yapımı olan Dogville'de seyircinin ilk başlarda alışmak da zorlanacağı bir mekan anlatımı seçmiş.Dogville kasabasını tiyatral ortamda ele alan ve kapısız evler ile çizimden oluşan mekanlarla farklı bir bakış açısıyla filme adapte olmamızı sağlamıştır.Metafor ve sembol kullanımını önplanda tutan (ki bunlar;köpeğin isminin Musa olması,Grace'in 7 tane biblo biriktirmesi ve Grace'in her kötülüğü affetmesidir.(dişi İsa anlatımı)) yapımda Trier'in ayrıca anlatıcı kullanımına gitmesi ve seyirciyi bu şekilde Grace ile özdeleşleştirmeye çalışması izleyiciyi filmin sonunda hangi ruh haline sokmak istediğiyle alakalı bir durum.


Yapımda Grace'in başına gelen her tecavüz,aşağılanma,halk tarafından köle olarak kullanılması gene de Grace'in sabır içinde hep bir polyannacılık oynama şekliyle bağışlayıcı tavrı bizim de sinirlerimizi geriyor ve o gerilen sinir filmin sonunda sadece intikamı istiyor.Hiçbir kötülük affedilmemeli ve her suç layığını bulmalı deyiminin beyine kazındığı sahnelerde kurgulanan insan modeline sövüyoruz.Sonuçta insan doğası ne düz mantıkla iyidir veya kötüdür.Duruma göre değişkenlik gösteren,menfaatler dahilinde yaptıklarımızı yargılıycak bir sistemde olmayınca iyi insan maskesini çıkarmak sadece biraz zaman alır.Artık kendilerini oynamaya başlayan halka olan da budur işte.Çünkü şu bir gerçek ki yapılan iyilik veya iş,bunu talep eden tarafından zamanla daha fazlası istenicek şekilde artacaktır.


Dogville kasabasında da doyumsuzlukla birlikte iyilikler yerini zorunluluğa bırakır.Halkın tamamı gün içinde düzenli aralıklarla Graceden faydalanıyor ve tecavüzden,zincire vurmaya kadar herşeyi halkın tamamı biliyor.Bu nedenle kapısız evler kullanıp,çizimlerin ev halini alması hiçbirşeyin gizli kapaklı olmadığını,aradaki duvarları insanların ördüğünü betimleyen bir çağrışım.Yapım aslında sadece 1930lu yılların Dogville kasabasını anlatmıyor,kasaba üzerinden insani davranışlarımızı ele alıyor.Pekala anlatılan 2009 İstanbul'da olabilir.Filmin izleyicinin istediği mutlu! sonla bitmesi belki hümanist düşünce sahibi insanlar tarafından tartışılabilir ama adaletin bir şekilde yolunu bulması gerekiyor.Babasının Grace'e yaptığı kibir ile ilgili konuşmalar ki 'herkesi affetmek kibirden başka birşey değildir' deyimi Grace'in içindeki intikam ve öfkeyi açığa çıkarmaya yetiyor.Mevsimlerin değiştiği,iyilerin kötüye dönüştüğü kasabada değişmeyen iki şey Grace ve kasabanın köpeğidir ve bu iki canlı filmin sonunda hak ettikleri yaşama sahiptirler.

"köpeklere pek çok şey öğretebilirsin ama, doğalarında olduğu için yaptıkları her şeyi affederek değil."


Öncelikle;
Nuri Bilge, sinemanın Mimar Sinan'ıdır.
Sinemanın şaheser yaratabilen ustalarından biridir.
Sinemaya sadece bir şeyleri anlatmak olarak bakmaz.
Bu anlatıklarının durumuna göre konunun dış yüzeyine güzel bir şekil verir.
Ve bunu ustalıkla yapar, Mimar Sinan ustalığı ile...
Sonra beyaz bir perde ile sunarlar Bilge'nin filmini. Sen de izlersin, büyülü bir şekilde.

Nuri Usta düştü yine Cannes'ın yollarına..
Jurideki yerini kaptı.
Cannes'ta yalnız ve güzel ülkesinin gözüyle başkalarını değerlendirecek.

Cannes demişken bu sene 'Altın Palmiye'ye aday olan ve bizim gözümüzde bi şekilde yer etmiş yönetmenlere bakalım:


-Tabi ilk olarak Tarantino. Tarantino 7 yıl verdiği emek ile Inglorious Basterds'ı tamamlamış, Cannes'a yetiştirmiş. Filmde başrolü Brad Pitt'e vermiş. Bu muhteşem ikiliden Fight Club gibi kült olmuş bir film çıkar mı? Bekleşip göreceğiz. (Brad Pitt'e en iyi erkek oyuncu yolu da gözüktü)


-Brokeback Mounatin ile 2006 oskarlarında en iyi yönetmen ödülünü kapan Ang Lee, 'Taking Woodstock' filmi ile Altin Palmiye'ye aday yönetmenlerden bir diğeri.


-Funny Games filmi ile gerilimin babası olmayı hakeden Michael Haneke, 'Das weiße Band' isimli filmi ile adaylar arasında ben de varım diyor. Filmde, faşizmin ortaya çıkışında eğitim sisteminin rolüne dikkat çekicekmiş. Film siyah beyaz çekilmiş. 2009 Eylül ayında vizyona girmesi bekleniyor.

-Bu ödülü 2004'te Dogville ile Nuri Bilge'nin elinden alan Danimarkalı yönetmen Lars Von Trier de 'Antichrist' isimli bir korku filmiyle Nuri Bilge'den oy bekleyecek.


- İspanyol 'Pedro Almadovar' 'Broken Embraces' ile tekrar izleyici karşısında. Penelope Cruz her zamanki gibi başrolde.


- Oldboyla herkesi piskopata bağlayan Park Chan-wook yeni filmi 'Thirst' ile festivalde boy gösterecek.


-Reha Erdem'in en sevdiğim yönetmen diye sık sık bahsettiği Tsai Ming Liang da 'Face' ile Altın Palmiye için yarışacak.

-Galiba ilk kez Filistinden bir yönetmen görüyoruz. Üstüne bir de Altın Palmiye için yarışıyor: Elia Süleyman - The Time That Remains.

Bu listeye muhakkak eklenecek isimler vardır ama ilk olarak aklıma gelenler böyle. Tam Altın Palmiye listesi:



Inglourious Basterds, Quentin Tarantino (ABD)

A Prophet, Jacques Audiard (France)

Bright Star, Jane Campion (Yeni Zelanda)

To Conquer, Marco Bellocchio (İtalya)

Broken Embraces, Pedro Almodovar (İspanya)

Map of the Sounds of Tokyo, Isabel Coixet (İspanya)

In the Beginning, Xavier Giannoli (Fransa)

Enter the Void, Gaspar Noe (Fransa)

Wild Grasses, Alain Resnais (Fransa)

Taking Woodstock, Ang Lee (Tayvan)

Looking for Eric, Ken Loach (Britanya)

Fish Tank, Andrea Arnold (Britanya)

Antichrist, Lars von Trier (Danimarka)

Das weiße Band, Michael Haneke (Avusturya)

Kinatay, Brillante Mendoza (Filipinler)

Thirst, Park Chan-wook (Güney Kore)

The Time That Remains, Elia Süleyman (Filistin)

Spring Fever, Lou Ye (Çin)

Vengeance, Johnnie To (Hong Kong)

Face, Tsai Ming-Liang (Malezya)