Haz4

Succession dizisinin yaratıcısı Jesse Armstrong'un ilk uzun metraj filmi olan Mountainhead, geçmişin zenginleri olan medya patronlarından seyirciyi bu kez günümüzün en zenginlerinin hayatına misafir ediyor. Hafta sonunu aynı evde geçiren 4 teknoloji liderini izlerken sanki Logan Roy'un 4 çocuğu bir odaya tıkışmış ve klasik saçmalıklarını yapıyorlar. Ancak bu kez Foucault, Zuboff, Harari ve hatta Hegel konuya dahil oluyor. 


Film hakkındaki yazıyı 2 bölümde ele almam gerekiyor. İlk olarak yapımsal olarak incelemek ve daha sonra da fikirsel temasına bakmak şeklinde. Yapımsal aşamada filmin yönetimine, oyunculuğuna ve hikaye bütünlüğüne değineceğim. Fikirsel kısmında da Foucault bakış açısıyla teknokrasiden ve Zuboff'un gözetim kapitalizminden bahsedeceğim. Karşılaşacaklarınız hakkında fikir sahibi olduysanız ilk kısımla başlıyorum.

Yapısal Bakış:

Google'ın Veo 3'ü tanıttığı haftada HBO'nun gösterime soktuğu Mountainhead filmi, dünyanın dört bir yanını kasıp kavuran yapay zeka destekli bir video uygulamasının dünyada yarattığı dezenformasyon fırtınasının ortasında, dört teknoloji baronunun izole bir dağ evinde toplandığı bir hikayeyi merkezine alıyor. Karakter ve oyuncuları tanıtacak olursak; Steve Carell'in canlandığı Randall, ölümcül bir hastalığın eşiğinde ölümsüzlük arayışında olan ve 63 milyar dolarlık servete sahip biri. Corry Michael Smith'in canlandırğı Venis (Elon Musk karikatürü gibi) yukarıda bahsettiğim yapay zeka uygulaması ile insanlığı kaosa sürüklemiş ama bununla yüzleşemeyecek kadar narsist ve 220 milyar dolarlık serveti olan biri. Ramy Youssef'in canlandırdığı Jeff ise etik ilkeleri ile öne çıkan ama güç dengeleri içinde eriyip giden bir figür. Kendi uygulamasına duyulan ihtiyacın artmasıyla serveti her saniye artan 59 milyar dolarlık biri. Son okarak Jason Schwartzman'ın Hugo'su ise grubun en fakiri, sadece 500 milyon dolarcığı var.

Film, yapısal olarak bir tiyatro oyunun andırıyor. Tek mekan, sınırlı karakter sayısı, bolca diyalog. Bu yapısıyla bazı Succession sekanslarını andırıyor. Ancak yönetmen Jesse Amstrong, Succession dizisinde karakterlere sezgisel bir derinlik vermişken, bu filmde yüzeysel katmanla idare ediyor. Karakterlerin derinleşmemesi, izleyicinin onlarla duygusal bir bağ kurmasını zorlaştırıyor. Filmdeki 4 teknoloji baronunun (3buçuk da diyebiliriz) duygudan yoksun ve bencil figürde olması bir tercih neticede, ancak tüm karakterlerdeki bu ahlaki zayıflık ve empati kurulamaz oluşu izleyiciyi filme biraz mesafeli kılıyor. Ramy Yousef'in canlandırdığı Jeff karakteri kısmen 'insani' yönler taşısa da, dramatik açıdan diğerleri kadar güçlü bir rol üstlenemiyor. 



Filmi 3 perdeye ayırabiliriz:

1.Perde: Giriş kısmı. Succession havasını iliklerine kadar hissettiren, "özlemişiz be" dedirten bir tonda ve sunumda. Poker gecesi için bu 4 zenginin bir dağ evine toplanma ve buluşma kısmını içeren bu perdede, paçalardan zenginliğin aktığını sonuna kadar hissediyoruz. Venis'in kibrini ve vurdumduymazlığını, Randall'ın ölüm korkusunu, Jeff'in hakkında yaptığı açıklamalardan dolayı kavgalı olduğu Venis'in son dakikada gelişini duyduğundaki iyimser yaklaşımını izletip karakterlerin alt yapısını hazırlıyor. Ancak tüm hazırlık bu girişten ibaret. 

2.Perde: Çatışma kısmı. Venis'in kullanıma soktuğu yapay zeka destekli video üretim uygulamasının doğurduğu global sıkıntıların gün yüzüne çıktığı ve küresel anlamda kaosun yaşandığı bu süreçte karakterlerin yaşananlara karşı tavır ve düşüncelerinin yer aldığı perde. Venis, olanlardan kendisini sıfır ölçüde sorumlu hissederken, dramatik ölçüde kendisini ahlaki boyutta dengeleyecek bir zıt fikrin ve karakterin olmayışı, filmdeki fikri tek merkezli tutuyor. Daha öncede dediğim gibi, bu tarz bir yapı tamamen tercih. Artık ahlaki açıdan dengeleyici dinamiklerin bulunmadığı bir dünyaya doğru yol alışımızın bir alegorisi. 

3.Perde: Çöküş kısmı: Bu perdede ton biraz daha değişiyor. İlk ve ikinci perdede yer yer felsefik konuşan o teknokratlar, bu perde de avamlaşıyor. Hikaye bütünlüğü kopuşa geçmiş ve bir nedenle sonu hızlandırılmış bir yapıma evriliyor. Daha çok kara mizaha yer verilen bu perde, filmin giriş kısmındaki karakteristik şatafata uygun bir son oluşturmuyor. Düşünsel temanın kaybolduğunu ve giderek komedi filmine dönüşünü görüyoruz ve o tonda da sonlanıyor film. 



Fikirsel Bakış:

Her ne kadar yukarıda belirttiğim gibi yapımsal olarak çok iyi bir bir film olmasa da fikirsel açıdan bahsedilmeye değer bir film. Bu noktada Netflix yapımı Don't Look Up filmine benziyor diyebilirim. O film 4 dalda oscara aday gösterilmişken bu filmin herhangi bir dalda adaylığı olabileceğini düşünmüyorum. Ancak anlatımı ve sunumu kötü olsa da değinmek istediği mevzuları Don't Look Up'tan daha derin ve felsefik buluyorum. Jesse Amstrong, Succession ile medya/sermaye ilişkilerini geniş bir kapsamda irdelerken, bu filmde odak daha dar bir çerçeveye yerleşmesine rağmen tematik kapsam çok daha geniş duruyor. Ayaküstü yapılan small-talk'larda bile post-hümanizme atıflar görebiliyoruz filmde. 2014 yapımı Transcendence filminde olduğu gibi zihnin bir bilgisayara yüklendiği ve bilincin yaşamaya devam ettiği ya da  Musk'ın Neuralink projesi gibi beyne bir çipin yerleştirildiği ve bu sayede bu çipe birden fazla bilincin yüklenerek tek bedende birden fazla bilincin yaşam sürebileceği düşünceleri kol geziyor. Bu sebeple film hem güncel, hem de felsefi düzeyde bir alarm zili işlevi görüyor. 

Michel Foucault'nun biyopolita ve biyoiktidar kavramları; devletin ve sermayenin, bireylerin yaşamlarını nasıl yönettiğini açıklarken, bu filmde devletin yerini teknoloji şirketlerinin almış olması dikkat çekiyor. Filmde devletler, ufak bir ayrıntıdan ibaret gibi duruyor. Devletler ve insanları satın alınabilir bir meta düzeyinde işleniyor. Venis'in kullanıma soktuğu yapay zeka uygulamasının küresel krizleri tetiklemesi, artık bireylerin değil, algoritmaların yaşam ve ölüm kararlarını yönettiği bir rejime geçildiğini gösteriyor. Başlarda tedirginlik veren bu küresel kalkışmada Venis'in sorumsuzluğu en başından beri mevcut ve bunu post-truth olgusuyla geçiştirebileceğini düşünüyor. "İnsanlar videonun yapay zeka ile mi üretildiğini, yoksa gerçek bir video mu olduğunu anlamıyor diye bu fikrinden vazgeçecek değilim. İlk sinema deneyiminde izleyiciler trenin üzerilerine geldiklerini gördüğünde kaçmışlardı. Bu yüzden sinemaya dur mu dedik? Hayır, aksine daha fazla ürettik ki gerçekliği sorgulanmasın. Biz de öyle yapacağız, daha fazla video üreterek bu yanılgıyı kıracağız." minvalindeki konuşma gerçeklik algısının tamamen yitirildiği post-truth kavramını anlatmaktadır.

Shoshana Zuboff'un Gözetim Kapitalizmi'nde belirttiği gibi, çağdaş dijital kapitalizm, bireylerin davranışlarını yalnızca izlemekle kalmaz, aynı zamanda onları öngörür, yönlendirir ve pazarlanabilir veriye dönüştürür. Bu filmde bu süreç, yalnızca bireylerin değil, toplumların ve devletlerin de verisel manipülasyonla kontrol altına alındığı bir boyutta işleniyor. Filmdeki karakterlerin sosyal medyada yayılan deepfake videolarının ülkelerde oluşturduğu darbeleri ( ki bu darbelerden biri de Türkiye'nin arka çıktığı Azerbaycan askeri darbesi) , toplumsal ayaklanmaları, küresel felaketleri sadece veri olarak yorumlamaları ve bu verilerden kar elde etme planı yapmaları, gözetim kapitalizminin nihai sonucunu gözler önüne seriyor. 

Filmin diğer fikirsel yönlerinden biri, insanın ölümsüzlüğe duyduğu arzunun dillendirilmesidir.  Randall (Steve Carell) karakterinin 'bilinci buluta yükleme' planı, teknolojik transhümanizmin en tartışmalı yönlerinden biridir. Randall'ın bu planı, Yuval Harari'nin insanın tanrısal güçler kazanma arzusuna ve bu arzunun getireceği etik krizlere dair uyarılarını akla getiriyor. Harari, Homo Sapiens'in Tanrı rolüne soyunmasıyla birlikte, 'veri dini'ne dayalı yeni bir ideolojik yapılanmanın doğduğunu savunuyor ve bu yeni dinin tanrılarının da teknoloji devleri olacağını öne sürüyor. Teknolojik yeniliklerin ve üstünlüklerin hızla değiştiği bir gelecekte ise hızla değişen Tanrı'lar da göreceğiniz bu bağlamda.


Yazacak daha çok konu olsa da an itibariyle vaktim bitmekte ve yazıyı özetle sonlandırmam gerekmekte. Özetle sinematik bir değer açısından çok matah bir yapım değilse de fikirsel açıdan gündemi yakalayan bir film Mountainhead. Deepfake, yapay zeka, transhümanizm gibi güncel teknolojik söylemleri hicivsel bir dille işlerken, aynı zamanda bu söylemleri sınıf, etik ve güç ilişkileriyle nasıl iç içe geçtiğini gösteriyor. Belki de korkulduğu kadar yoktur. Filmde Rendall karakteri, Hegel'ci yaklaşımlı şunu diyor "everything is alwats cool, as long as you get there".
Özetle, insanoğlu her şeye alıştı, buna da alışır. 

May26

Fransa'nın Cannes kentinde bu yıl 78.si düzenlenen ve jüri başkanlığını Fransız oyuncu Juliete Binoche'nin yaptığı Cannes Film Festivali'nin ana yarışma bölümünde 22 film büyük ödül olan Palme d'Or için yarıştı. Festivale damga vuran iki yapım ise Jafar Panahi'nin It Was Just an Accident filmi ve Joachim Trier'in Sentimental Value filmi oldu.

Jafar Panahi

Festival yine politik mesajlarla örülü yapımların ve bağımsız sinemanın ön plana çıktığı bir festivaldi. İranlı yönetmen Jafar Panahi'nin seyahat yasağı altında çektiği It Was Just an Accident ile kazandığı Palme d'Or, festivalin özgürlükle kurduğu bağı yeniden hatırlattı. 

Ve kazananlar;

Ana Yarışma

Un Certain Regard

May24

Amerikalı felsefeci Hugh LaFollette, "Licensing Parents" adlı makalesinde oldukça radikal bir öneride bulunmuştu: Tıpkı araba kullanmak, silah taşımak ya da doktorluk yapmak gibi, ebeveynliğin de belirli bir ehliyete, yani bir sertifikaya bağlanması gerektiği.

Peki bu ne kadar doğru, ne kadar etik ve hatta ne kadar demokratik? The Assessment filminin bazı cevapları var. 


Fleur Fortune'nin bu ilk uzun metrajlı filmi, estetik ve de duygusal olarak buz gibi bir geleceği resmediyor. Sınırlı kaynaklar gerekçe gösterilerek gerçek hayvanların yasaklandığı, çocukların yalnızca "sertifikalı" çiftlere verildiği bir distopyayı bize çiziyor. Tüm yaşamın organikliği ve kaosu sterilize edilip algoritmik formüllere dönüştürüldüğü bu gelecekte bilim ile uğraşan bir çifte, Mia ve Aaryan'a misafir oluyoruz.

Mia (Elizabeth Olsen) geçmişin bitkisel dünyasını yeniden formüle edip, daha kısıtlı kaynaklarla laboratuvar bitkileri üreten bir bilim insanı iken, eşi Aaryan (Himesh Patel) gerçek hayvanların yasak olduğu bu dünyada eski hayat dostlarımızı simüle etmeye çalışan diğer bir bilim insanı. Organik olarak değilse de sentetik şekilde eski dünyayı yaşatmayı amaçlayan bir çift. Ancak her ikisinin de yapay şekilde tatmin olamadığı bir konu var; çocuk sahibi olmak. Fakat bunun için devletten izin almak zorundalar.

Bu noktada filme Virginia dahil oluyor. Virginia (Alicia Vikander), çocuk sahibi olmak isteyen ebeveynlerin başvurusu sonrası devlet tarafından eve gönderilen bir "gözlemci". 1 hafta boyunca aile ile birlikte kalan, onları mülakata alan, ev hayatını ve hatta seks hayatını inceleyen ve kendisinin de 'çocuk' olarak dahil olduğu bir 'role play' ile onların ebeveyn olarak çocukların yarattığı sorunlara karşı yaklaşımlarını test eden bir tür denetmen. Alicia Vikander'in Ex Machina'daki robot rolüyle hafızalara kazınan oyunculuğu, bu filmde Virginia karakteri ile rahatsız edici derecede kontrollü oluşuyla pekişmiş. Ex Machina'daki rolünden daha soğuk durduğu için Virginia bir insan mı yoksa sistemin surete bürünmüş bir algoritması mı, uzun bir süre emin olunamıyor. Takındığı tavır, sadece Mia ve Aaryan'ı değil, izleyiciyi de sürekli sınayan bir güç, bir tehdit oluyor. Çünkü ebeveynlik izni, sadece onun iki dudaklarının arasında.


Ebevenylik Sertifikası

The Assessment filmi, insanları çocuk sahibi olmadan önce bir haftalık bir gözlem sürecine tabi tutan bir distopik bir sistemde geçiyor dedik. Peki bu ne kadar distopik? Ve hatta ütopik? Ütopik diyorum, çünkü olması gerekenin bu olduğunu düşünen ve savunan görüşler var. Giriş kısmında bahsettiğim Hugh LaFollette bunlardan biri. 

LaFollette'ye göre ebeveynlik, hem birey, hem de toplum için yüksek risk barındıran bir sorumluluk, tıpkı araba sürmek gibi. Kötü ebeveynliğin çocuğun gelişimine ve toplum sağlığına ciddi zararlar içerebileceğini ve bu yüzden devletin, riskli faaliyetleri düzenlediği gibi, ebeveynliği de düzenlemesi gerektiğini savunuyor. Yalnız da değil. Bir diğer Amerikalı felsefe hocası Michael T. McFall yazmış olduğu 'Licensing Parents: Family, State and Child Maltreatment' adlı kitabında, çocuk istismarı sorunuyla en iyi şekilde nasıl başa çıkabileceğini ele alırken çeşitli politika seçeneklerini inceledikten sonra nihayetinde ebeveynlere lisans verme politikasının en doğru çözüm olduğunu savunuyor. 

Tüm bu görüşlere eleştiriler tabi ki var. En basitiyle bu, temel insan haklarına aykırı bulunuyor. Üreme hakkı, çoğu anayasal sistemde temel bir insan hakkı olarak tanımlanıyor. İkinci bir neden ise ayrımcılığa açık kapı bırakıyor oluşu. Karar verici mekanizmanın belli bir siyasi, etnik, dini grubu destekleyecek ve onların üremesine müsaade edip, diğerlerine etmeyerek demografik bir dizayna girişebileceği endişesini taşıyor oluşu. Bu risk ile dünya Hitler zamanında yüzleşmişti. Hitler de ari ve sağlıklı bir ırk yaratma fikriyle sağlıklı ve beyaz Alman olmayan kişilerin itlafını(!) ve kısırlaştırılmasını istemiş ve bunu geniş bir çapta da uygulamıştı. 


Tekrar filme dönersek, The Assessment görsel diliyle Alicia Vikander'in daha önce oynadığı Ex Machina filmini andırıyor olsa da ondan daha çok renk paletini ve simetriyi barındırıyor. Oyunculuklara baktığımızda Aaryan karakterini canlandıran Himesh Patel sürekli şaşkın bakışlarıyla ortada dolanırken Mia karakterini canlandıran Elizabeth Olsen daha fazla duygusal çeşitliliğe sahip oyuncu olarak sunumunu yapıyor. Ama alkışın en büyüğü tabi ki Virgina karakterine can veren Alicia Vikander'e gidiyor. Soğuk ve ciddi duruşunu film boyunca korusa da arada onu güldürmeyi başarabildikleri zamanlarda attığı minik gülüşler bizlerin de yüzümüzün gülmesine sebep oluyor.

Finalde film, sistemi eleştirenlere bir çözüm sunmak yerine onları sistemin dışına atıyor. İzleyici açısından da filmin finali tıpkı sistemin kendisi gibi, bir son sunmak yerine kontrolü elden bırakıyor, soruları seyircinin kucağına bırakıp kaçıyor. İyi de ediyor. 

May19

Geçen sene Cannes'da yarışan bu animasyon filminin yüzeyine baktığımızda bir masal anlatıyor gibi: yakın zamanda çocuklarını kaybetmiş fakir bir ormancı çift, tanrılara edilen dualar ve bir gün ormanda bulunan tren camından dışarı atılmış bir bebek. Onu camdan atan kişiye lanet ediyorsun. Ama daha dur, trenin içini henüz görmedin. 


Oscarlı yönetmen Michel Hazanavicius (The Artist, 2011) imzası taşıyan The Most Precious of Cargoes, Jean-Claude Grumberg'ün aynı adlı eserinden uyarlanan bir animasyon filmi. Film, karlar içinde yaşayan bir çiftin, trenden atılan bir bebeği bulmasıyla değişen hayatlarını konu alırken, aynı zamanda bizlere tarihsel bir hafıza tazelemesi yapıyor: insanlığın en karanlık dönemlerinden biri olan İkinci Dünya Savaşı yıllarını ve tabi ki Yahudi Soykırımını. 

Trenden atılan çocuğa geri dönelim ve trenden onu atana bakalım. Trenle Nazi toplama kampına götürülen binlerce insan ve içlerinde ikiz çocukları bulunan bir baba. Camdan gördüğü kadının onu kurtarması umuduyla çocuklarından birini camdan dışarı, karların üzerine atılıyor. Nil Nehri'ne bırakılan Musa gibi, o bebek de kendi ırkına düşman olan ellere emanet ediliyor. Treni izleyen ve trenin tanrısına dua eden kadının dikkatini çekiyor ağlayan bir bebek sesi ve onu bulup sahipleniyor. Yakın zamanda kendisinin de kaybettiği çocuğunun yerine tren tanrısı tarafından gönderilen bir "hediye" olarak. Siyah beyaz tonda hazırlanmış bu filmin, ilk canlı rengi de burada beliriyor gözümüze, bebeğin üzerindeki kırmızı. Bu kırmızı ile de yine bir soykırım filmi olan Schindler's List filmindeki kırmızı paltolu kız çocuğuna bir gönderme düşünülmüş. 

Filmin başlarında eve getirilen bu bebeği 'kalpsizler'in çocuğu olduğu gerekçesiyle istemeyen, onlara ait olan bir bebeğin eve getirilmesinin eve uğursuzluk getireceğini düşünen oduncu baba, filmin ilerleyen zamanlarında 'kalpsizler'in de birer kalbi olduğunu çocuğa dokunduğu bir anda hissettiği kalp atışıyla anlıyor. Karakter ismi veremiyorum, çünkü yok. Bununla da anlatının bireyleri değil, insanlığın evrensel halini temsil ettiği vurgulanmış. Yani tüm insanlık, Yahudileri kalpsiz belleyen ve onlara karşı ön yargılı-imiş(!). 


Ancak filmin bakış açısı bana fazlasıyla anti-antisemitik geldi. Filmin sonunda anlatıcının Holokost inkarcılarına gönderme yaparak "bu film de bir kurgu, ama inkarcılar da Holokost'un kurgu olduğunu düşünüyor" demesi, amacın sarkastik bir sataşma olduğunu gösteriyor. Çünkü bu ifade her türlü eleştiriyi 'inkarcılık' kategorisine sokan kapalı bir retoriğe dönüşüyor.

Kurgu mu? Size gerçeğini vereyim:

İkinci Dünya Savaşı ve dram bir arada kullanıldığında aklımıza ilk gelen şey Holokost oluyor. Holokost'un inkarı ya da küçümsenmesi düşünülemiyor, düşünülmemeli de. Oysa 85 milyona yakın insanın öldüğü bir savaşın yegane mağdurları tek bir millet olamaz, olmamalı. Kaldı ki bu mağdur edebiyatının ekmeği 100 yıla yakındır bitmek tükenmez şekilde yeniyor. Yahudi halkının tarihsel travmaları, onları adaletin evrensel savunucuları haline getirmesi gerekiyorken, bugün bir devlet aygıtı olarak İsrail'in yürüttüğü yıkım, bu tarihsel hafızaya keskin bir tezat oluşturuyor.  Yahudi kimliğini taşıyan bir bebek için verilen bir savaşın anlatıldığı bir filmle, günümüzde Filistinli çocukların hedef alındığı bir gerçek arasındaki çelişki, yalnızca siyasi değil, derin bir insani problem olarak karşımıza çıkıyor. Filmde anlatılan bu dramın kurgu olduğunu pişkince söylemek yerine, dram için kurgu bir hikayeye girişmeyip, hali hazırda Gazze'de gerçekleşen bir katliam ele alınabilirdi. Sırf kimlikleri Yahudi değil diye ve hatta sırf katleden kişilerin bizzat Yahudilerin kendisi diye bu zulme sessiz kalmak filmde anlatılan iki yüzlülüğün, hayvanlığın, taraflılığın ve ön yargının ta kendisidir.

Film boyunca kurgu karakterden oluşan bir bebeği korumak için gösterilen cesaret, inanç, vicdan ve insanlık bugün gerçek dünyada ölen çocuklar için gösterilmiyor. Geçmişte zulme uğramış olan bir halkın, bu kez zulmü uygulayan aygıtı olan İsrail devletinin askeri operasyonlarıyla her gün onlarca çocuk ölüyor. Filmin tabiriyle "en kıymetli yükler" yine parçalanıyor ve biz de onları taşıyan trene, öküze bakar gibi bakıyoruz. 

May17

Yılın o zamanı geldi çattı. Geçen sene 163 milyon kişinin izlediği Avrupa'nın en büyük müzik etkinliği olan Eurovision sadece bir yarışma değil, aynı zamanda ulusal kimliklerin sahneye taşındığı kültürel ve yer yer siyasi bir gösteri. Ama işin sonunda herkesin aklında tek bir soru var: "Kim kazanacak?" Ve daha önemlisi: "Nasıl kazanılır?" Her iki soruya da cevap vereyim.


2003 yılında Sertap Erener'in Every Way That I Can şarkısı ile birinciliği kazandığı Eurovision Şarkı Yarışması'na 13 senedir Türkiye katılmıyor. En son 2012 yılında Can Bonomo ile katılmış ve 7. olmuştuk. Her ne kadar katılmama kararımızın bu derece ilişkisi olmasa da, daha iyi derece yapmanın ve hatta kazanmanın bazı formülleri olduğu gerçeği var. 

Şarkının Ritmi: Euro-banger mı, Ballad mı?

Müzikolog Joe Bennett'e göre Eurovision'da iki temelli müzikal tarz öne çıkıyor:
  • Euro-banger: Yüksek tempolu (120+ BPM), elektronik alt yapılı, sahneyi çoşturan parçalar.
  • Duygusal Ballad'lar: Yavaş tempolu (yaklaşım 70 BPM), his yüklü slow parçalar.
Son yılların kazananlarına bakıldığında yüksek tempolu şarkılarla kazananlar daha fazla. Ritm grafiği incelendiğinde ise yürüme hızı diye tabir edilen andante (80-100 BPM) ile başlanıldığı, daha sonra moderato (100-120 BPM) ile devam edip ritmin yükseltildiği ve kısa süreliğine ritmin yeniden 80 RPM civarlarına çekilip ardından allegro (120-150 BPM) ile yüksek ritmle sonlandırıldığını görüyoruz. Bana göre bu ritmik aritmetiğin ilk kullananı da Sertap Erener. Ondan sonraki şarkılarda ritmik olarak Every Way That I Can' e en yakın olanlar genelde başarıya ulaşanlar oldu.

Tema ve Sözler: Kendine Güven ve Evrensel Mesajlar

Kazanan şarkıların büyük bir kısmı özgüven, kişisel yükseliş ve birlik temalarını işlemiş. Mesajı olan dinleyende anlam ifade eden yapımlar öne çıkıyor. Ve tabi ki de dil. son 24 kazananın 18'i tamamen İngilizce şarkılardı. Akılda kalıcı melodisi ve seyirciye eşlik etmesi için ritmik bir ses veren şarkılar İngilizcesiz de başarılı olabilir ancak. 

Sahneleme: Akılda Kalıcı Bir Show

Harika bir şarkı kadar şarkının sunumu da her şeyde olduğu gibi burada da önemli. Ancak Eurovision'da bazı kısıtlayıcı kurallar var ve bunlardan biri de çılgın sahne showları. Bu sebeple sade ama akılda kalıcı ve performansın şarkı ritmiyle uyumlu olduğu sahne showları gerekli. Geçen senenin kazananı Nemo'nun The Code şarkısının sunumunda kullandığı dev bir dönen disk performansı bu sade ve etkileyiciliğe güzel bir örnek. 

Ulusal Esintiler: Azıcık Etnik, Çokça Pop

Ülkelerin yöresel folk müzik unsurlarını modern pop ile harmanlaması hem ülke müziğinin tanıtımına, hem de kitleye farklı bir haz vermesine sebep oluyor. Bütünüyle folk müzikten oluşan şarkılar beğenilse de geniş kitleye hitapta zorluk yaşıyor. 2024'te Ermenistan adına yarışan Ladaniva'nın Jako şarkısı buna örnek. Güzel bir parçaydı ama bütünüyle ermeniydi. Nitekim orta sıralarda kaldı.

Medya ve Tanıtım: Yarışma, Sahnesinden Önce Başlar

Her ödül organizasyonunda olduğu gibi bu yarışmada da bilinirlik önemli. Medyada daha önce yer edinmiş isimlerin halk oylamasında avantajı olabiliyor. Özellikle sosyal medyada önceden viral olmuş isimler ve şarkılar yarışma gecesi daha fazla ön planda oluyor. 

Ülke İmajı: Sevilmeyenlerden Olmayın

Bölgenin içinde bulunduğu siyasi konjonktür elbetteki bu yarışma için de önemli. Temsil edilen ülkenin sevilmese de en azından nefret edilmeyen bir ülke olması gerekiyor. Katılmaları yasaklanmış olsa da en iyi şarkıyı yapıp gelseler bile Rusya'nın kazanabileceği bir yarışma değil mesela. O sebeple ülke liderlerinin o sene içerisinde çok pot çok kalp kırmamış olması da gerekiyor. Bunun yanında birbirine sadık, her halükarda sana 12 puan verecek komşuluklar da önemli. Kemik puanlar bunlar. Üzerine de yukarıdaki maddeler eklenirse, gelsin sana birincilik. En azından ilk 3 garanti diyorum. 


Bu senenin Öne Çıkan Şarkıları:

Peki bu senenin adayları nasıl ve yukarıdaki kriterlerin kaçta kaçına sahipler. Öne çıkan birkaçına bakalım.

İsveç: Kaj - Bara Bada Bastu

Sözlerinin ingilizce olması dışındaki yapısal kriterleri en fazla yerine getiren parça bu, dolayısıyla ilk 3ü en garanti şarkı olabilir. Orta ritmle başlayıp, sonra yükselen ve biraz ritmi düşürüp tekrar yükselten ritm grafiğine en uygun şarkı bu gözüküyor. Şarkı ismini nakarat kısmında sıklıkla kullanıldığı için seyirciye eşlik etmelik malzeme de sunuyor. Bu sebeple kazanması yüksek muhtemel şarkıların başında geliyor.

Fransa: Louane - Maman

Geçen sene Slimane - Mon Amour adlı slow parçayla yarışmaya katılan ve 4. olan Fransa bu sene de slow ezgilerden devam edip ritmi bir tık daha arttırmış. O geçen sene kaldığı yerden yukarı doğru bir hamle yapacaktır. Ölüsü ilk 4.

Hollanda: Claude - C'est La Vie

Fransızca sözle yarışan bir diğer şarkı da bu. İngilizce'den sonra ekmeği en çok yenen ikinci dil. Fransanın şarkısının arkasında kalacaktır ama yine üst sıralarda yeni var. Geçen sene final öncesi diskalifiye edilen Hollanda için yine de bir can suyu olur.

Avusturya: JJ - Wasted Live

Geçen sene Ukrayna'nın Teresa & Maria şarkısı ile doldurulan Soprano tonu bu sene JJ dolduruyor diyebiliriz (ancak bir erkek ile). Geçen sene 3. olan bu segment, bu sene Ukrayna'nın başarısını yakalayamaz gibime geliyor. ama standart bir Avusturya sıralamasına göre üst sıralarda olacağı garanti.

Sürprizler

Bazı ülkelerin standart sıralamasından üstte olacağın düşündüğüm parçalar var. Kazansalar şaşırmayacağım, ama standart sıralamalarının altına düşerlerse şaşıracağım şarkılar bunlar.

Malta: Miriana Conte - Serving

İngilizce yazılan bu şarkı hem hareketli hem de K-pop izleri taşıyor. Bu sebeple gençlerden oy alabileceğini düşünüyorum.

Arnavutluk: Shkodra Elektronike - Zjerm

İngilizce dilini kullanmasa da ritm kuralına uyan şarkılardan biri. Bu sebeple üst sıraları rahatlıkla alacaktır.

Estonya: Tommy Cash - Espresso Macchiato

Şarkıyı dinlediğimde gözümde şimdiden bu şarkının kullanıldığı reels videoları belirdi. Yarışmada iyi bir derece alacak ve şarkı reels videolarında karşımıza çıkacak türden. Şimdiden hazır olun.

2025 in KAZANANLARI

Avusturya - 436 Puan ( JJ - Wasted Love )
İsrail - 357 Puan ( Yuval Rafael - New Day Will Rise )
Estonya - 356 Puan ( Tommy Cash - Espresso Macchiato )
İsveç - 321 Puan ( KAJ - Bara Bada Bastu )
İtalya - 256 Puan ( Lucio Corsi - Volevo Essere Un Duro )
Yunanistan - 231 Puan ( Klavdia - Asteromata )
Fransa - 230 Puan ( Louane - Maman )
Ukrayna - 218 Puan ( Ziferblat - Bird of Pray )
Arnavutluk - 218 Puan ( Shkodra Elektronike - Zjerm )
İsviçre - 214 Puan ( Zoe Me - Voyoge )
Finlandiya - 196 Puan. ( Erika Vikman - Ich Komme )
Hollanda - 176 Puan ( Claude - C’est La Vie )



May13

Yıl 1987...5 bölümlük mini dizi olan ve Faik Baysal'ın aynı isimli tiyatro eserinden uyarlanan Kavanozdaki Adam, o dönemin teknoloji ve estetik kısıtlarına rağmen ortaya konmuş bir eser. Düşünün ki televizyonda tek bir kanal var. Ama o kanalda beyin nakli üzerinden felsefe, kimlik, hafıza, benlik, sınıf ve iktidar gibi konular konuşuluyor. Tek kanaldan çoğulculuk fışkırmış. Şimdilerde ise bin kanalda tek ses çınlıyor. 



Özetle dizi; barış üzerine eserleri bulunan ünlü yazar Semih Şerifoğlu (Ahmet Mekin) beyninde tümör olduğunu öğrenir. 5 ay biçilen ömrü uzatmanın tek yolu Prof. Kenan Aksal'ın (Metin Serezli) kendisine önerdiği beyin naklidir. Önce "Beyin nakliyle hayatta kalan ben olmayacağım, nakledilen beyin olacak" diyerek kabul etmez. Daha sonra kabul eder ve kendisine zıt birisinin; eğitimsiz, köylü, kan davasında vurulmuş Mehmet'in beyni nakledilir. Ve bu sayede birbirine zıt bu iki karakterin sınıfsal çatışmasını tek bir bünyede görürüz.

Dizinin yönetmeni Mesut Uçakan'ın bir gazeteye verdiği röportajda;
"Biz orada bir kol, bir böbrek naklinden söz açmadık. İnsanın ve giderek cemiyetin hayatına hakim olabilecek, çok daha ürpertici neticeler doğurabilecek bir hadise üzerinde durduk. Tarihte bizim insanımıza yepyeni bir kimlik adapte edilmeye çalışılmıştır. Direkt batıya yönelik, batının insan tipine yönelik bir kimlik adapte edilmeye çalışılmıştır. Oysa doğu insanıyla, Müslüman prototiple batının kefere insan tipi birbirine zıttır." dediklerinden de anlaşılacağı üzerine dizinin, bir beynin başka bir bedende varoluşu üzerine getirdiği sorular sadece teknik ya da felsefi değil, aynı zamanda sosyololik bir metaforu da barındırıyor.

Dizideki Semih-Mehmet ikiliği üzerinden yürütülen 'kimlik' ve 'hakikat' meselesi, bugün çok daha geniş bir bağlamda ele alınabilir. 1980'lerin Türkiye'sinde, darbe sonrası yaşanan siyasi travmalar, kimlik krizleri ve modernleşme sancıları Kavanozdaki Adam'da beden/bilinç arasında simgeleşirken, bugünün Türkiye'sinde benzer sorunlar dijital kimlikler, yapay zekalar, gözetim kapitalizmi eşliğindeki yapay profiller düzleminde ortaya çıkıyor. Ancak bu sorulara sanatsal düzlemde verilen tepkiler ne yazık ki bünyemizde bulunmuyor. Sanki medya kanalları çoğaldıkça cesaret azaldı, ekranlar büyüdükçe hikayeler küçüldü. 

Bugünün dizilerinde beyin nakli değil, en fazla kalp çarpıntısı var. Karakterler genellikle baba parası, yarım kalan aşk, zenginin fakire aşkı üçgeninde dönüyor. Ya da mafya babası olup aynı zamanda romantik erkek olma başarısı gösterebilmiş erkekler doluşuyor. Çünkü kitle çok derine girerse boğulabilir diye korkuluyor. Halbuki Kavanozdaki Adam, izleyiciyi direkt okyanusa atıyor: "Al düşün bakalım".


Yapımsal ve oyuncu bakımından irdeleyecek olursak, yazının başında da dediğim gibi, teknolojik ve estetik kısıtlara takılmış bir dizi. Yapımsal ve anlatımsal eksiklikleri olsa da oyunculukları -ki özellikle Ahmet Mekin'in oyunculuğu- ile günümüzde bile hala izlenebilir bir yapım. Ancak bu vakte kadar değindiğim mesele de yapımın neyi nasıl anlattığından ziyade, denenen fikirsel yelpazenin genişliği. 

Yazıya, hastalığı sonrası yanına gelen kızı Nazlı'ya Semih'in şu sözleri ile son vereyim:
"Nasıl anlatsam bilemiyorum. Ne yazık ki her şey izaha gelmiyor. Bak Nazlı, bir yolda olduğunu düşün. Upuzun, hiç bitmeyecek sandığın bir yolda. Bir gün aniden yol tükeniveriyor ve önün uçurum. Dehşetle, korkuyla geri kaçmak istiyorsun, fakat bir de bakıyorsun ki yıllardır kat ettiğin yol ortada yok. Kala kalıyorsun ve nefesin daralmaya başlıyor. Derken bir cam kavanoz içerisinde olduğunu fark ediyorsun. Yıllarca bir cam kavanoz içinde boşu boşuna dolandığını.. Çaresiz,hava bitecek ve nefes alamayacaksın. İşte o an öleceksin sanıyorsun. Ölecek ve yok olacak, rahata, ebedi rahata kavuşacaksın. Ama ölmeyeceğini fark ediyorsun Nazlı. Artık nefes alamamanın ölmek demek olmadığını fark ediyorsun. Anlıyorsun değil mi? Sadece kavanoz! Kavanoz parçalanıyor, o kadar."

May8

Bazı filmler vardır, izleyip geçemezsiniz. Onlar, hikaye anlatmaz, bir coğrafyayı, bir kültürü, bir alt kimliği anlatır. Kaan Müjdeci'nin 2014 yapımı Sivas filmi tam da böyle bir film. Bugün Türkiye'de yeniden sokak köpeklerinin 'toplatılması' ve 'uyutulması' gündemdeyken, Sivas'ı yeniden hatırlamak gerekiyor. Çünkü bu film, sinemada gördüğümüz köpeğe üzülüp, sokakta gördüğümüz köpeğe kayıtsız kalmamızın çelişkisini yüzümüze vuruyor. 


Film, 11 yaşındaki Aslan ve yaralı bir dövüş köpeği olan Sivas'ın hikayesini anlatıyor. Filmi güzel yapan klişelikten uzak duran doğallığı. Tipik bir çocuk-köpek filmi anlatısına sahip değil. Ne Aslan tam anlamıyla 'masum' bir çocuk olarak resmediliyor, ne de Sivas romantize ediliyor. Aslan, toplumun dayattığı erkeklik kalıplarıyla büyümeye çalışan, hem öğretmeni hem de ailesi tarafından erkek olmaya, güçlü olmaya zorlanan bir çocuk. Sınıf arkadaşına aşık olur ama bunu gösteremez. Sahneye çıkmak ister ama 'büyümemiş' sayıldığı için bu da olmaz. İşte bu noktada yaralı olduğu için terk edilmiş dövüş köpeği Sivas giriyor hayatına. Tanıştıklarında her ikisi de yaralı, her ikisi de henüz 'olmamış' iken, Sivas astık Aslan için bir güç sembolü oluyor. Ailesinin dikkatini çekmesine, arkadaşları arasında itibarı artmasına sebep olur. Sivas'ı maskülenliğini ispat için kullanıp sevdiği kıza Sivas'ın gücü üzerinden kur bile yapıyor. Ama bu masum ilişki daha sonraları naif bir çocuk-köpek bağı olmaktan uzaklaşıyor. Sivas köpek dövüşlerinden kan, diş lekeleri arasında kalabalık tezahüratlar eşliğinde hem kendisinin, hem de sahibi Aslan'ın 'erkekliğini' ve 'gücünü' ispat için savaşıyor. Peki biz bu sahnelerde neyi izliyoruz gerçekte? Bir köpeği mi? Bir çocuğu mu?

Sivas filmi, Türkiye'nin kırsal gerçekliğine dair sert ama en azından dürüst bir tablo çiziyor. Hayvanların araçsallaştırıldığı, işe yaradığı sürece değer gördüğü kültürü bize gösteriyor. Dövüştürülen köpekler de dövüş edemez hale geldiklerinde ya dışlanıp açık arazilere terk edilir ya da yok edilir. Filmin sonunda köpeğini artık dövüştürmeyeceğini söyleyen Aslan'a söylenen sözler: " O niye la? O bir it. Kapının önünde dursun da çocukları mı kovalasın. Herkes yerini bilecek, it de itliğini bilecek. Sen ona yal (mama) veriyorsan o da bunun hakkını verecek, boğuşacak." insan ile köpek arasındaki çizgiyi bu menfaat çerçevesi üzerinden çiziyor. Şehirlerde de farklı manzara yok. Sokak köpekleri ya tehdit olarak görülüyor ya da romantize edilerek parlatılıyor. Arası yok. Bu ikili bakış arasında yok olan ise hayvanların kendisi oluyor. Sözüne şöyle devam ediyor "Sen it olarak doğ, vay ben aslanım, aslan olacam de" ile hem kendisini ispat etmeye çalışan Aslan'a sınıfsal bir had bildiriyor, hem de bir köpeğin sadece köpek olarak kalacağını vurguluyor. 


Filmin en dikkat çekici başarılarından biri, köpeği simgeselleştirmeden bir karakter olarak sunabilmesi. Sivas sadece bir hayvan değil, izleyicinin gözünde canlı, hissedebilen, acı çeken bir birey. Ancak film boyunca Sivas'ın kaderi, Aslan'ın toplumdaki konumuyla doğrudan ilişkilidir. Hatta çoğu kez bu iki karakter iç içe geçmiş vaziyette.  Sivas'ı dövüşüyor görürüz ama dövüşen Aslan'ın iç dünyasıdır. Yaralan Sivas'tır ama acı çeken Aslan. Sivas'a kimliği üzerinden had bildirilir, ama had bilen Aslan olur. 


Sokak köpeğinden vakti zamanında ben de dost edinmiştim. Çocukluğumuzda televizyon ekranlarında dönen Lassie filminden esinlenip adını da Lassie koymuş, bir aşağı bir yukarı koşturup durmuştuk. Her mahallenin vardı böyle köpeği. Çocukların isim verdiği, kasabın artık etleri verdiği, annelerin kızdığı ama gizliden su bıraktığı. Yeni yasa ile ne bu tarz yeni dostluklar kurulabilecek, ne de Sivas filmi gibi filmler yapılacak. Yapılsa da sokakta düşman olarak benimsememiz yüzünden toplatılmış köpekleri sinemada yeniden kahraman yapacak ikiyüzlülüğümüzle yapılacak. 

Nis26

Kocaeli'nde yaşayan E.T. ve D.T. uzun süre sonra tüp bebek sayesinde çocuk sahibi olacak bir çiftti, hem de ikiz. Yenidoğan çetesinin hastanesinde doğumun 4.gününde 5er saat arayla iki çocuklarını da kaybettiler. Bunun hesabını vermesi gereken kişi ise yıllar sonra onlara şu mesajı yolluyor: "Eğer çocuğunuz yoksa aile olamıyorsunuz, sadece karı koca oluyorsunuz."

Çiftin yaşadıklarını avukatları Kerim Bahadır Şeker'in direkt anlatımıyla aktarayım:
"E.T. ve D.T. çifti, çocukları olmadığı için tüp bebek tedavisine başvurmuş. E.T., sonuç aldıktan sonra ikiz çocuklarına hamile kalıyor. Bu klinikle alakalı herhangi bir şüphemiz yok. Ancak daha sonra Kocaeli'nde bir devlet hastanesinde kayıt açtırıp gidiyorlar ve onlara 'Bir probleminiz yok ama doğum sancınız başlamış. O yüzden burada halihazırda küvezimiz yok' diyerek Bağcılar Özel Şafak Hastanesi'ne sevk ediyorlar. Hastanede enzim ölçümü yapılıyor ve iddianamede şüpheliler arasında yer alan doktor Semiha Y. 'Bir enzim üretimi olmuş, karaciğerdeki enzim üretimi sonucu ya sen öleceksin ya çocukların ölecek' diyor ve ameliyata alınması gerektiğini belirtiyor. Daha sonra müvekkilime bir ilaç tavsiye ediyorlar, sonrasında ise aynı doktor gelerek 'Enzimler normal, sizi taburcu edeceğiz' diyor. Ancak ertesi gün aynı doktor acil ameliyat yapılması gerektiğini söylüyor. Doktor A.Ş. ameliyatı yapıyor ve çocuklar direkt küveze alınıyor. Ece ve Ela doğuyor.

İkinci gün Ela'yı, üçüncü gün ise Ece'yi entübe ediliyor. Çocukların ağızlarından, burunlarından kanlar gelmeye başlıyor. Aile bunu fotoğraflamak istiyor ama izin vermiyorlar. Dördüncü günde çocuklar 5'er saat arayla yaşamını yitiriyor
"

Bu ve bunun gibi 10larca çocuğunu yitiren çiftler. Çiftler diyorum, çünkü Sağlık Bakanına göre bunlar aile olamamış kişiler. Devlet hastanesinde yeteri kadar doğum ünitesi ve küvez bulunmadığı için özel hastaneye gitmek zorunda kalan, denetimleri yapılmadığı için özel hastanelere yuvalanan bir çetenin kucağına düşen ve devletten daha fazla para almak için uygulanan gereksiz ameliyatlar yüzünden yıllarca bekleyip de nihayet kavuştukları çocuklarını yitiren bu kişiler birer aile değillermiş ve eksiklermiş. Onları -kendi tanımına göre- aile olmaktan alıkoyan, çocukların ölümüne direkt ya da dolaylı yönden sebep olmuş kişi söylüyor bunu, Sağlık Bakanı Kemal Memişoğlu. 

"ve çıkıyor MHP'nin başındaki beyfendi. Aile nedir bilmez. Onun böyle bir derdi yok. Çoluk nedir, çocuk nedir bilmez. Onun böyle bir derdi yok." Bu sözler de yıllar önce dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli için söylenmişti. Dolayısıyla 'ben aslında şöyle demek istemiştim, sözlerim yanlış yere çekildi' gibi ek cümleler bu düşüncenin aslında var olduğunu gizleyemez. Sayın Bakan'dan ricam bu görüşlerini Devlet Bahçeli'ye yapacağı bir geçmiş olsun ziyaretinde ona da söylemesi: "Sen aile nedir bilmezsin, çoluk nedir bilmezsin, çocuk nedir bilmezsin, sen eksiksin.


Senin Ödevin;

Aile nedir? Kime aile denir? Bırak bunları sosyal bilimciler tartışsın. Ben sana işgal ettiğin makamın düsturunca yapman gerekenleri bir raporla hatırlatayım.

DİSK'in yaptığı ve Kasım 2024'te yayınladığı araştırma raporuna göre SGK, devlet hastanelerine kıyasla özel hastanelere hasta başına 3 kat daha fazla ödeme yapıyor. Özel hastanelere giden sayısında 2012'den 2024 yılına kadar düşme gerçekleşirken özel hastanelerin SGK'ya olan yükünde artış gerçekleşiyor. Özel hastanelere hasta başına yapılan ödeme 2012 yılında, genel ortalamaya yakın iken, 2024 yılına geldiğimizde hasta başına yapılan ödeme, genel ortalamanın 1,5 katına ulaşıyor. Yani SGK özel hastaneleri besliyor. Sistemin bu güzelliğini(!) gören Yenidoğan Çetesi gibi oluşumlar da hastaların ihtiyacı olmadığı tedavi ve gereksiz ameliyatlar ile hem insan sağlığını/canını tehlikeye atıyor, hem de devlete ciddi anlamda maddi yük oluşturuyor. 

Sen buradaki işini düzgün yapmadığın için bütçede açık artıyor. Sen işini düzgün yapmadığın için Maliye Bakanı birkaç milyar dolar için yabancı yatırımcı çekmek uğruna kırk takla atıyor. Sen işini düzgün yapmadığın için emekli zam alamıyor. Hepsi bir yana, sen işini düzgün yapmadığın için 10larca aile çocuklarını kaybediyor. Tüm bunlar senin TV'lere çıkıp saçma fikirlerini beyan etmen için yaşanmıyor. Boşanma oranları artmış, evlilik oranları düşmüş. Evlenenler çocuk yapsak nasıl yetiştiririz endişesine girmiş ve çocuk sahibi olmaktan geri durmuş. Bu ekonomik çöküntüde her şeyi göze alıp çocuk yapıp bu adamın yönettiği hastanelere götürüyorsun ve bir çete çıkıp tüm zorluklara rağmen dünyaya getirdiğin çocuğu öldürüp üzerinden devleti soyuyor. Yetkili Bakan'ı karşına alıp tam fırça çekeceksin, adam senden önce davranıp sözünü söylüyor: "Çocuk sahibi değilsin, aile olamadın. Eksiksin." Eksik olan senin kişiliğin, eksik olan senin had bilmezliğin, eksik olan senin ahlakın, insanlığın diyecek oluyorsun, ama sakınıyorsun. Sakınma. Bu adam bir eksik

Nis15

Black Mirror dizisinin 7.sezonunun ilk bölümü olan Common People (Sıradan İnsanlar) bölümünü, transhümanist düşünce bağlamında ele almak gerekiyor. Bölüm, insan zihnine dijital bir ortamın ortak edilmesi yoluyla, kişinin ömrünün uzamasını konu alırken, aynı zamanda bu sürecin sınıfsal eşitsizlikler ve dijital kapitalizmle olan etkileşimini de sorgulamakta."Benim bedenim, benim kararım" sözü, "benim zihnim,senin kararın"a nasıl dönüşüyor, izleyelim.


Bu bloga gelmişseniz Black Mirror dizisinin ne minvalde bir yapım olduğunu biliyor olmalısınız. O sebeple öncelikle transhümanizm kavramını basit ölçekte izah etmem daha iyi olacaktır.
Transhümanizm; insanın zihinsel, fizyolojik, psikolojik sınırlarını teknoloji yoluyla aşabileceğini savunan ütopik bir düşüncedir. Bunun için de yapay zeka entegreli beyin bilgisayarları (nam-ı diğer bill gates'in bize taktığı çipler), biyo-teknolojik organlar araç olarak kullanılıyor. Biyo-teknolojik kısmı ile siborg düşünceye benzer sanılsa da birbirlerinden farklı olgulardır. Siborg düşüncede, insan bedeninin daha çok biyolojik açıdan teknolojiyle dönüştürülmesi ve bu sebeple bir tekilcilik (singularity) oluşturulması düşünülürken; transhümanizm, insanın teknoloji sonrası geçirmesi gereken bireysel bir evrim noktası olduğu düşüncesidir. Belki de siborga giden yolun öncüsü de olabilir. 

Şimdi de Common People bölümünü ufaktan özetleyeyim. Baş rollerinde Mike (Chris O'Dowd) ve Amanda (Rashida Jones)'nın yer aldığı bu yapım, minimal bir prodüksiyon ile bizlere distopik bir gelecek tasavvurunda bulunuyor. Amanda, ameliyat edilemez bir beyin tümörü nedeniyle komaya girince, Kocası Mike, kendisine Rivermind adlı şirketten sunulan bir teklifi kabul ediyor. O teklif; karısının beynini buluta yükleyecek bir abonelik hizmeti. Ve bu sayede Amanda ameliyattan sağ çıkabiliyor ve aboneliğin avantajları(!) ile dolu yeni hayatına başlıyor. 

Transhümanist düşünce, insanın sınırlarını aşmasında teknolojiyi bir evrim aracı olarak görmekte diye iki paragraf yukarıda bahsetmiştim. Bunu da, bilinci bedenden ayırıp, zihni (dolayısıyla benliği) ölümsüzleştirerek yapar. (Bu düşüncenin en güzel işlenildiği filmlerden biri Johnny Depp'in baş rolünde oynadığı Transcendence'dir). Teorik olarak kulağa hoş geliyor. Ancak Common People bölümü, bize bunun gerçek kapitalist dünyada nasıl işleyeceğine dair sağlam bir tokat atıyor. 


Bu teknolojik sisteme ücretsiz olarak abone edilen Amanda, bir ilkokul öğretmeni. Kocası Mike ise düşük gelirli bir çalışan. Ancak hizmetin ücretsiz olması, Amanda'yı bir reklam panosuna dönüştürüyor. Tıpkı ücretsiz Youtube videosu izlemek, Spotify'da müzik dinlemek gibi. Gündelik konuşma esnasında, konuşulan konuya bağlı olarak, birden bire araya bir ürün reklamı sıkıştırıyor Amanda. Ve bunu yaparken hiçbir şeyin farkında bile olmuyor. Amanda'dan 'sütlü kahve' reklamı dinlemek için yanından geçerken ona 'kahve' demeniz yeterli. Reklam panosu olmak da kesmiyor, sistemde bilinciniz için ayrılan kısım, siz uykudayken başka işler için kullanılıyor. Bu da Amanda için daha fazla uykuda bekleme süresi anlamına geliyor.

Düşük pakette reklamlarla konuşan bir bilinç, orta pakette biraz daha özgürlük. Ama daha fazlası için elbette bir Rivermind Plus paketi mevcut. Bu paket ile reklamsız konuşabilir, belirttiğiniz konumdan uzaklara seyahat edebilir, doğum yapabilir, daha az uyku ile daha dinç dolaşabilirsiniz. Şimdilik...
Şimdilik diyorum, çünkü yeni ihtiyaçlar ve gelişmeler oluştukça paketin sonuna bir "plus" ibaresi daha eklenecek ve biraz daha fazla ödeme yapmanız istenecek. Bu durum, teknolojiyle bedenin ötesine geçmenin özgürleştirici değil, yeni bir ekonomik bağlılık unsuru olduğunu ortaya koyuyor. Teknolojik ölümsüzlük fikri, sınıfsal ayrımcılığın dijital uzantısı haline geliyor kısaca.

Abonelik modellerinin yaygınlaştığı, dijital hakların kullanıcı sözleşmeleriyle pazara çıkarıldığı bu çağda, Common People bölümü, transhümanist ütopyaların nasıl da distopik senaryolara dönüşebileceğini göstermesi açısından önemli. Bilincin dijitalleştirilmesi, teorik olarak insanı fiziksel kırılganlıklardan koruyabilir, ancak sonrasındaki süreç kapitalist düşünceyle ilişkilendirildiğinde insan zihni bile metalaşır. Tüm bunlara rağmen bilincini kurtarabilirsin elbette, ama aylık ücretini ödemeyi unutmaman şartıyla. 

( Son olarak da Common People isminin bana çağrıştırdığı şarkıyı da şuraya bırakayım. Pulp - Common People )

Nis7

Hiçbir şey yapmıyorlar. Kendilerine atalarından, onlara da onların atalarından kalan evlerinde oturup çocuklarını büyütüyor, zeytin ağaçlarını suluyor, geçmişlerine tutunarak günlerini ve geleceğini kurmaya çalışıyorlar. Ama yeterli olmadı. Çünkü birileri onların evlerini 'başkalarının' toprağı ilan etti. Kendi topraklarında fazlalık ilan edildiler. Oscar ödüllü No Other Land belgeseli işte bu fazlalık hissini dünyaya en sade şekilde anlatan bir çığlık. 


Belgeselin merkezinde Batı Şeria'daki Masafer Yatta bölgesinde yaşayan Filistinlilerin varoluş mücadelesi var. Yönetmenlerden Basel Adra'nın kamerası sadece bir gözlemci değil, aynı zamanda bir özne. Bu köyde yaşayan Basel, kendi evi yıkılırken hem öfkeyi hem de çaresizliği taşıyor izleyiciye. 2019 yılından beri tek yaptığı sadece olanları kayıt altına almak. Buradan bakılınca No Other Land yalnızca bir belgesel değil, bir tanıklıktır. Çünkü kamera gözlemci olmaktan çıkıp, müdahaleci konuma dönüşüyor. Michel Foucault'un iktidarın mekansal düzenlenişine dair analiziyle ilişkilendirecek olursak, Basel Adra gözetlenen değil, gözetleyen bir iktidar karşıtı pratiğe dönüşüyor. Kameranın bu şekilde kullanımı, Filistin direnişinin önemli ayraçlarındandır. Çünkü görünürlük, tehdit olabileceği gibi, aynı zamanda bir savunma aracıdır.

Kendisine bir İsrail vatandaşı olan Yuval Abraham da eşlik ediyor. Masafar Yatta'da olanları daha yakından gözlemlemek için geldiği bu köyde Basel ile tanışınca, gelip olanlar hakkında makale yazmaktan ilerisine taşıyor insan hakları savunuculuğunu ve ülkesinde 'hain' ilan edilme pahasına da olsa yaşananları kameraya alıp dış dünyaya aktarmaya çalışıyor. Bu ortaklık belgeselin politik gücünü de arttırıyor. Bu birliktelik, klasik 'biz ve onlar' karşıtlığını aşarak, vicdanın ulusa değil, adalete ve hakkaniyete bağlı olabileceğini bizlere gösteriyor. Filistinli Basel Adra yıkımı kayda alırken İsrailli Yuval Abraham o yıkımın adını koyuyor: Ortada bir "çatışma" değil, "zulüm" var.


No Other Land belgeseli direnişin sadece taş atmaktan ibaret olmadığını aldığı Oscar ile bizlere gösterirken, direnişin biçimlerini de yeniden tanımlıyor. Direnmek, bazen sadece kalmak demektir, gitmemek, evinden vazgeçmemektir. Yıkılan ev duvarlarını her gece yeniden örmek, gündüzleri yaşananları belgelemek ve tanıklık edilene dünyayı da tanık etmektir. Ancak böyle olduğunda eldeki görüntüler yalnızca bir belge değil, aynı zamanda savunma aracı ve hatta karşı saldırı aracı haline gelebileceğini bizlere gösteriyor. 

Hamas'ın 7 Ekim 2023'te İsrail'de gerçekleştirdiği eylemde yüzlerce sivilin ölümüne yol açmış, uluslararası kamuoyunda ciddi bir tepki doğurmuştu. Bu olay, askeri bir eylem olarak Filistin meselesini gündeme taşımış olsa da, sivilleri hedef alması nedeniyle büyük ölçüde 'terör saldırısı' olarak tanımlanmış ve Filistin halkına yönelik uluslararası sempatiyi ciddi şekilde zedelemişti. Bu olay İsrail'in Gazze'ye yönelik saldırılarını meşrulaştırmak için bir gerekçe olarak kullanılmış, aynı zamanda bazı batı medyasında Filistin meselesinin terörle özdeş haline gelmesinine yol açmıştı. Ama her ne olursa olsun, Hamas’ın yaptıkları, İsrail devletinin yaptıklarını asla meşrulaştırmaz, onları haklı kılmaz. 

Bu belgesel ise Filistinlilerce şiddet içermeyen, sivil tanıklığa dayalı ve insani anlatısıyla dikkat çekiyor. Filmle Filistinliler bırak kurşun veya taş atmayı, kendisine saldıranlara tekme dahi atmıyor. Sadece bir evin yıkılışını gösteriyor. Ancak bu yalınlık, vicdanlara daha fazla dokunuyor. Daha önce de dediğim gibi, tanıklıklarına bizleri de tanık ediyorlar. İngiltere eski Başbakanı Tony Blair de bu tanıklığa dahil olup Masafar Yatta'yı ziyarete geldiğini ve geldiği günden sonra birçok yıkımın durdurulduğunu da belgeselde görüyoruz. Yani direnişin bu yönü sabır gerektiren bir yöntem olsa da Filistinli yönetmen Basel Adra'nın da dediği gibi "kazanan sonunda biz olacağız, çünkü buradan asla gitmeyeceğiz" inancını güçlü kılıyor. Bu bakımdan bu belgesel geleceğe dair bir umut taşıyorsa, bu sadece anlatılanların gücünden değil, anlatanların bu inadından geliyor. 


İsrail devleti yasaları Filistinlilerin insani haklarını korumak için değil, onları dışlamak için kullanıyor. Batı Şeria'da iki farklı renkte araba plakaları var. Sarı plakalı araçlar İsraillilere ait ve bir Filistinli bu aracı kullanamaz. Filistinlilerin plaka rengi ise yeşil ve bu araçların Batı Şeria'dan çıkması yasak. Yıktıkları köylere yakın yerlere İsrailli yerleşimcileri koyarak, asker nezaretinde onların Filistinlilere saldırmasına göz yumuluyor. Bir İsraillinin silah edinmesi ve edindiği bu silahla bir Filistinliyi vurması serbest iken, Filistinli üzerinde bıçak dahi taşıyamıyor. Bu yüzden mücadeleyi kayda alıp bu kaydı dünyaya ilan ederek sürdürmek eldeki tek çözüm oluyor ve etkisini gösteriyor. 

No Other Land, Filistinlilerin "başka bir yerimiz yok" sözünü yalnızca bir aidiyet olarak değil, aynı zamanda bir direniş cümlesi olarak kurulduğunu bizlere gösteriyor. İnatla evinde kalmak, gitmemek en radikal ve en insani bir direniş biçimi çünkü. 

Mar21

"Downpressor Man", baskıcı, zalim ve adaletsiz yöneticileri veya sistemleri eleştiren, hesap ve yargı gününün kaçınılmaz mutlak oluşunu anlatan bir protesto şarkısıdır. Kutsal kitaplardaki kıyamet günü anlatılarıyla da bağlantılı olan şarkıda, zalimlerin dağlara, denizlere ve güneşe kaçmaya çalıştığı ancak hiçbir yerde kurtuluş bulamadığı anlatılır. 


Şarkının kökeni geleneksel folk müziğine dayanıyor. Zaman içinde Bob Marley de dahil farklı sanatçılar tarafından da yorumlanan şarkıyı popüler eden ise Jamaikalı reggae sanatçısı Peter Tosh olmuş. 1977 yılından yayımlanan Equal Rights albümünde en bilinen versiyonu bulunuyor. Ancak benim için en sevdiğim versiyonu geçtiğimiz senelerde kaybettiğimiz İrlandalı sanatçı Sinead O'Connor versiyonudur. Dinlemek için..

"Downpressor" kelimesi, İngilizce'deki "oppressor"(zalim, baskıcı) kelimesinin Jamaika Patois'ine uyarlanmış haliymiş. Şarkının teması; baskıcı, zalim, adaletsiz yöneticileri veya sistemleri eleştiriyor ve bu kişilerin nihayetinde yaptıklarının hesabını vereceği ve kaçacak yer bulamayacaklarını anlatıyor. 

Şarkı, İncil'deki kıyamet günü anlatılarıyla da bağlantılıdır. Dini ve toplumsal adaletin kaçınılmaz olduğu fikrini yansıtıyor ki benzer hesap günü tasavvuru Kur'an'da da mevcut. Şarkı sözlerinde zalimlerin denize, dağlara ve güneşe kaçmaya çalıştığını ama hiçbir yerde kurtuluş bulamadığı şu sözlerle anlatır:

"When you run to the sea
The sea will be boiling All along that day
You gonna run to the rocks
The rocks will be melting
You can run but you can't hide
You gonna run to the LordBeggin' to hide you"


Şarkının bu sözleriyle anlatılan bu sonuçsuz kaçış İncil'de şöyle geçiyor;

“O zaman yeryüzünün kralları, büyükleri, komutanları, zenginleri, güçlüleri, köleleri ve özgür olanları, hepsi mağaralara ve dağların kayalarına saklandılar. Dağlara ve kayalara seslenerek, ‘Üzerimize düşün! Bizi tahtta oturanın yüzünden ve Kuzu’nun gazabından gizleyin!’ dediler. Çünkü onların büyük gazap günü geldi ve kim dayanabilir?” VAHİY 6:15-17

Yine devamında Vahiy 20:12-13 te " Kitaplar açıldı ve her biri yaptıklarına göre yargılandı" diyor.

Benzer kıyamet ve hesap günü anlatısı Kur'an'da şöyle yer alıyor;

“Sakın Allah’ı, zalimlerin yaptıklarından habersiz sanma! O, sadece onların cezalandırılmasını, gözlerin dehşetle bakakalacağı bir güne erteliyor.” İbrahim 42.

Ve bir başka yerde de; 

“İnsan o gün, ‘Kaçacak yer neresi?’ der. Hayır, hayır! Sığınacak hiçbir yer yoktur.”  Kıyamet 10-12.


Özetle; Downpressor Man, baskıcı güçlerin ve zalimlerin kaçınılmaz ilahi adaletle birgün muhakkak yüzleşeceğini anlatan, hem müzikal hem de ideolojik anlamda önemli olan, günümüz adalet arayışı mücadelelerinde de kullanılan önemli bir şarkıdır. Sözlerini genelde İncil'ki kıyamet anlatısından almış olsa da kutsal kitaplara inanan kadar, dünyevi adalet mekanizmasına inanan kişilerce de bu hesap gününün dünyada da kaçınılmaz olduğu umuluyor. Aslolan da odur, dünya meselesinin hukuku, dünyada görülmelidir. 

Mar13

97.Oscar Ödüllerinde En İyi Yabancı Film oscarını kazanan Brezilya yapımı I'm Still Here filmi, 1964-1985 yılları arasındaki askeri diktatörlük döneminde yaşanan trajedileri merkezine alarak hem bireysel hem de toplumsal belleğin izini sürüyor. Ama 10 senede 1 darbe gören, Babam ve Oğlum filmine ağlamış bizler için sıradan bir hikaye. 


Gerçek bir hikayeye dayanan I'm Still Here filmi, 1970 yılında Rio de Janeiro sahilinde başlıyor. Baba Rubens, devrim sonrası 6 sene yurt dışında sürgün yaşamış ve dönmüş birisi. 1964 yılından beri süren ordu yönetiminin günlük hayata müdahalesine rağmen, kalabalık olan Paiva ailesinin mutlu bir aile tablosu sergileyişini izleyerek başlıyoruz. Filmin senaryosu, ailenin küçük çocuğu Marcelo'nun yazdığı anı kitabına dayandığı düşünülürse, geçmiş ile ilgili hatıraların mutlu olması doğal kalıyor. Kötü anıları daha hızlı siliyor zihin, geriye mutlu bir aile tablosu kalmış oluyor. 

Filmin asıl konusu, birgün ordu mensuplarının ansızın Paiva ailesinin yaşadığı eve gelip, Rubens'i alıp götürmesiyle başlıyor. Bu noktadan sonra Fernando Torres'in canlandırdığı Eunice Paiva'nın, kocasının akıbetini öğrenme mücadelesi başlıyor.

Mücadele desem de mücadele kısmını bizler çok görmüyoruz, göstermeye de niyet edilmemiş. Brezilya halkı için dönemi hatırlatacak kadar doneler sunulmuş, ama hikaye bizler -diğer ülke insanları- için ise oldukça yüzeysel kalıyor. Ailenin mücadelesi ve  yaşadığı psikolojik yıkım daha fazla detaylandırılabilirdi. Yine aynı şekilde konunun diğer muhatabı olan ordu yönetiminin baskıcı rejimi sert şekilde yansıtılmalıydı. Diktatörlük dönemi yalnızca arka plan olarak kullanılmış, dönemin atmosferi ve baskıları bir araba çevirme sahnesinden öteye çıkamamış. Bu sebeple filmin En İyi Film oscarına aday gösterilmesi oldukça şaşırtıcı. Kaldı ki En İyi Yabancı Film oscarını da hakedecek düzeyde değil. Bu sene bu filmi hak eden bir film var ise o da kesinlikle The Girl With The Needle filmidir. Aynı şekilde, Fernando Torres'in En İyi Kadın Oyuncu oscarına aday gösterilmesini de fazla ve siyasi buluyorum. Filmin en etkileyici kısımlarından biri olan Eunice'nin tutsak edildiği sahneler, Fernando Torres'in iyi oyunculuk sergilediği ve izleyiciye en çok dokunan kısımlarıydı. Ancak bu sahnelerin hem süresi, hem de filmin geniş zamana sıçrayan hikayesi, bu yaşanmışlığı çabuk dağıtan etkenlerden oluyor benim gözümde.


Bu film, bizden çok Brezilya'nın insanlık dışı işlediği ama yine de bir iç meselesini anlatıyor. Bu sebeple Brezilya'da daha çok yankı bırakması doğal. Öyle ki filmden sonra darbenin 60.yıl dönümünde kayıp cesetlerin bulunması için yeniden bir komisyon kurulmuş. Brezilya Eski Devlet Başkanı filmi saçma bularak ordu yanlısı bir taraf ortaya koymuş. Yine ordu yanlısı taraf, kazanılan bu oscar için 'yabancı güçlerin ülkemiz üzerinde yapmış olduğu bir oyun' açıklamasında bulunmuş. Tüm bu açıklamalar da, ülkenin bir mesele özelinde radikal şekilde ikiye bölünmüş olması da bizlere yine tanıdık.
 

Babam ve Oğlum mu, I'm Still Here mı?


Madem Çağan Irmak'ın 2005 yapımı Babam ve Oğlum filmine değindik, kıyaslamanın devamını da getirelim. Şartlar ve koşullar açısından hikayenin geçtiği ortamın benzerliği mevcut ancak yönlendirmeleri ve amaçları farklı. 


Benzerlikleri ve Farklılıkları


Her ikiside baskıcı bir rejimin altında geçen bir aile trajedisi. Ancak odak noktalarına baktığımızda I'm Still Here daha toplumsal hafızayı canlandırma ve adalet arayışı güdüsünde iken, Babam ve Oğlum daha minimal bir aile çatışması ve kuşaklar arası duygu aktarımı ile bireysel hafızaya odaklanıyor. Bu sebeple siyasi eleştiriyi Babam ve Oğlum'da çok görmemiştik, ama bu filmde görüyoruz. Ancak bireysel hafızanın güçlü aktarılıyor oluşu ile izleyicinin kurduğu duygusal bağ ve empati, Babam ve Oğlum'u kolektif hafıza açısından da güçlü kılıyor. 

Duygusal etkilerine baktığımızda ise, Babam ve Oğlum'u daha sıcak, samimi ve bireysel bağlar üzerinden kurmuş olduğu duygusal etki sebebiyle daha etkili buluyorum. I'm Still Here çok uzun bir dönemin üstünkörü anlatımı ile yüzeysel durduğu için Brezilya dışı insanlara çok dokunacağını düşünmüyorum.


Sonuç olarak I'm Still Here filmini izlemeyi aylarca beklemiş biri olarak büyük bir hayal kırıklığına uğradığımı söyleyebilirim. Bu filmin oscar ve adaylıklar kazandığını düşündükçe de ayrı bir üzüntü yaşıyorum. Zira daha iyi olduğunu düşündüğüm filmler bu sene ve geçmiş senelerde elleri boş döndü. Kötü bir film mi? Değil elbette. Ancak ne 8 üzeri bir IMDB puanını, ne de oscarı hak ediyor diyebilirim. 

Mar11

The Handmaid's Tale dizisi evreninde Gilead Cumhuriyeti, ABD'nin yerini alan radikal Hristiyan temelli totaliter bir rejimdir. Rejimin yegane amacı; kitlesel kısırlığın olduğu bir dünyada, doğurganlığa hala sahip olan kadınları üreme köleliğine zorlayarak nüfusu devam ettirmek. Ama içlerinden bir kadın çıktı ve şunu dedi: "Ben senin varoluş gerekçen değilim."


8 Mart Dünya Kadınlar Günü, kadın hakları için verilen mücadelelerin anıldığı ve kadınların toplumsal, siyasi ve ekonomik alanlardaki kazanımlarını kutladığı bir gündür. Sovyet ülkerinde resmi tatil olarak dahi kutlanıyor. Ancak bu gün, sadece kutlama değil, aynı zamanda dünya genelinde süren cinsiyet eşitsizliklerine ve baskılara dikkat çeken bir farkındalık günü. İşte bu noktada The Handmaid's Tale dizisi toplumsal farkındalığın önemini anlatan bir anlatısıyla kendisini öne çıkarıyor. 

Margaret Atwood'ın aynı isimli romanında uyarlanan dizi, kadın bedenin nasıl sistematik şekilde denetim altına alınabileceğini anlatan çok katmanlı bir hikayeye sahip. Gilead Cumhuriyetinin baskıcı rejiminde, hala üreyebilen kadınlar zorla "handmaid" olarak atanıyor ve sadece çocuk doğurmak için kullanılıyor. Bu basit bir düşünce ile distopik bir hikaye gibi duruyor. Yapımı izlerken 'bu biraz aşırı değil mi?' diye bir soru geliyor akıllara, ama hiçbir şeyin bu kadar aşırılıkla başlamayacağı, suyun zamanla ısıtılıp kaynatılacağını bilince de oluru var diyebiliyoruz bu hikayeye. 



Dizideki kırmızı handmaid kostümleri, bizim ülkemizde değilse de bazı yerlerde kadın protestolarında bir direniş sembolüne dönüştü. Kürtajı kısıtlayan yasaları protesto etmek amacıyla Teksas ve Washington'da düzenlenen eylemlerde bu kostümler kullanıldı. Aynı şekilde Polonya'daki benzer amaçlı eylemlerde de kullanılan ve simgeleşen kıyafetler yine The Handmaid's Tale dizisi kostümleriydi. Ancak ülkemizde bu akım pek benimsenmemiş gözüküyor. Bunun başlıca sebebi The Handmaid's Tale dizisinin, kıyafetleri ülkemizde popülerleşen Squid Game ve La Casa De Papel gibi Netflix platformunda yayınlanmıyor oluşu ve bu yüzden ülkemizde çok takip edilen bir yapım olmamayışıdır. Bir diğer sebebi de 8 Mart Kadınlar günü eylemlerinin, enleminden çıkıp kadın hakları yerine daha çok cinsiyet hakları rolüne dönüşmesi olabilir. 

Oysa dizi/kitap, kadın hakları özelinde oldukça güçlü mesajlar barındırıyor. Dizi, kadınların elde ettikleri hakların hiçbir zaman garantide olmadığını ve hakların korunması için mücadelenin sürekliliğini vurguluyor. Bunun yanında, baskıcı sistemlerin yavaş yavaş kurulduğunu ve insanlar sessiz kaldığında nasıl normalleşebileceğini gösteriyor. Sessiz kalınan küçük hak ihlalleri zamanla büyük toplumsal meselelere dönüşebilir. 

Dizi aynı zamanda kadın dayanışmasının önemi de vurguluyor. Kadınlar birbirlerini desteklediklerinde mevcut totaliter rejime karşı daha güçlü durabiliyor. İçlerindeki tek bir aykırılık bile, tüm kazanımların yok olmasına sebep olabilir ki günümüzde de kadın haklarına en çok zarar veren seslerin, yine kadın sesi olmasına şahit oluyoruz. 

2017 yılında Trump'ın ilk dönemi esnasında yayınlanmaya başlayan dizi 5 sezonu geride bıraktı ve 2025 Nisan'ında 6. sezonunu da yayınlayarak final yapmayı düşünüyor. Başladığı yere geri dönerek, yine bir Trump döneminde. Ve üstelik bu seferki Trump daha sert ve bu yüzden bu kostümleri en azından ABD'deki eylemlerde görmeye devam edeceğiz gibi duruyor. 

Yazıyı bağlamak gerekirse, The Handmaid's Tale, kadın haklarına dair güçlü bir uyarı niteliğinde bir dizi. Çoğumuzun İstanbul Sözleşmesini unuttuğu bir ortamda bu dizi bizlere, kazanılmış hakların bir anda hızla kaybedilebileceği, sessizliğin ve kayıtsızlığın baskıcı sistemleri güçlendirebileceği ve tüm bunlara yalnızca kadın dayanışmasının engel olabileceğini hatırlatıyor. 6 sezonluk diziye ya da ülkemizde Damızlık Kızın Öyküsü adıyla satılan 380 sayfalık kitaba göz atmakta fayda var.