İnsan hayatının küçük anlardan oluşan büyük bir bütün olduğu fikri sinemada yer yer işleniyor. Ancak yönetmen Clint Bentley'in Denis Johnson'un romanından uyarladığı Train Dreams kadar incelikle pek işlenmiyor. Filmde, sıradan bir ömrün içinde saklı olağanüstülüğü keşfetmeye davet eden, dingin ama etkileyici bir yaşam portresi sunuluyor. Amerikan tarihinin en büyük dönüşüm dönemlerinden biri olan raylı ulaşım hatlarının yaygınlaştığı o dönemde geçen bu hikaye, hem zamanın hem de doğanın insan üzerindeki derin etkisini resmediyor.
Hikayeye bakacak olursak, 20. yüzyılın başlarında, Idaho ve çvresinde gezici işçi olarak çalışan Robert Grainier'in (Joel Edgerton) yaşımını merkezine alıyor. Yetim büyüyen Robert'ın hayatı, ormanları temizleyip demiryolu hattı açan işlerde geçiyor. Kaderi, hem yolculuklar boyunca tanıştığı eksantrik işçiler hem de tanık olduğu acı olaylar tarafından şekilleniyor. Bir mola sırasında tanıştığı Gladys (Felicity Jones) ile evlenip küçük bir kulübede aile kurmarı, Robert'ın hayatına bir mutluluk getirse de trajik bir olay bunu kısa süre sonra paramparça ediyor. Yıllar geçtikçe Robert hem doğa hem de zaman karşısında yalnızlaşırken, hayatının anlamını sessizce çözmeye de çalışıyor. Bazen rüyalar, bazen doğalar eşliğinde.
Train Dreams, görünürde mütevazı bir yaşamın içinde saklı devasa duygusal bir dünyayı anlatıyor. Filmde tren, ilerleme ile yıkım, doğa ile insan eli arasındaki savaşın sembolü niteliğinde. Robert'ın işinin gereği ağaçları kesmesi, hem kendi vicdanında hem de doğanın döngüsünde bir yarık açıyor. Bu çatışma, film boyunca ilerleyen temel temalardan biri.
Film aynı zamanda hafızanın doğasını da sorguluyor. Geçmiş, geleceğin gölgesi şeklinde Robert'ın iç dünyasında iç içe geçiyor. İnsan ilişkilerinin geçiciliği, doğanın insana sunduğu hem şefkat hem acımasızlık ve sıradan bir hayatın da evrensel bir ağırlığı olduğu fikri, filmde güçlü şekilde hissediliyor.
Yönetmen Clint Bentley, hikayeyi büyük olaylarla değil, küçük anlarla kuruyor. Filmin en büyük olayı da bu yüzden küçük anlarla geçiştiriyor. Gün batımı sahneleri, düşük kamera açıları ve yoğun bir pastoral estetik, karakterin iç dünyasını (kıyafetleri de dahil ederek) dış dünyanın doğasıyla bütünleştiriyor. Will Patton'ın anlatıcı sesi, filmin şiirsel yapısını da güçlendiren ana unsurlardan biri. Joel Edgerton ise sessiz bir adamın iç fırtınalarını kelimelere başvurmadan aktararak kariyerinin en rafine performanslarından birini sergiliyor.
Tekrar söylemek istiyorum ki aksiyon beklentiniz olmasın, Train Dreams; büyük felaketler ya da çarpıcı olaylar üzerinden değil, hayatın sessiz kıyılarından ilerleyen bir film. Büyük olaylar olsa da ona kamera tutmayan, ardında bıraktıklarına kamera tutan bir yapım. Robert'ın ömrü belki de anlatılacak veya tarihe geçilecek bir hayat değil, fakat film her insanın kendi dünyasında değerli olduğunu bize hatırlatıyor.


0 serzeniş:
Yorum Gönder