Tarsem'in 2006 yılında çekilmiş bu filmi " David Fincher and Spike Jonze present" yazısı ile açılıyor. İster istemez David Fincher'ın adını görmek insanın filmden beklentisini arttırıyor. Fincher'ın yüzünü kara çıkarmamış ama Tarsem. Son zamanların en şirin ama en ciddi filmlerinden birini yapmış. 18 ülkeyi gezmiş, dünyanın en güzel yerlerini göstermiş bizlere filmde. 1-2 saniyelik küçücük sahneler için bile, kolaya kaçmadan gidip tekrar çekmiş bazı mekanları. Gösterime girme işi biraz karışık olmuş ne yazık ki, ancak 2 sene sonra yani 2008'te gösterime girebilmiş. Sinemada izleyen azınlıktan olamadım ama bir şekilde izlemiş olmaktan pek mutluyum.



Siyah - beyaz görüntülerle başlıyor film. Başrollerimizden birinin -Roy- neden Los Angeles'taki o hastanede olduğunu gösteriyor bize. Roy dublörlük yapan ama son filminde köprüden atına atlarken düşen ve sakatlanan bir adam. Diğer başrolümüz ise portakal toplarken düşüp kolunu kıran tatlı mı tatlı Alexandria. Birgün, Roy'a göre manasızca, Alexandria'ya göre ingilizce yazılmış not, hemşire Evelyn'e gitmesi gerekirken , Roy'un kucağına düşer. Aleandria'nın notunu aramaya çıkmasıyla birlikte tanışmış olur bu ikili. Roy'un Alexandria'ya isminin nerden geldiği hakkında bir masal anlatmaya koyulmasıyla başlıyor aslında her şey. Bir sonraki buluşmalarında ise daha geniş bir masal anlatmaya başlıyor Roy, epik bir masal. Anlatmasının tek nedeni Alexandira'yı sevmesi değil sadece, onun ayaklarından yararlanmak istiyor ayrıca. Anlattığı masalla bu ikilinin hayatları iç içe geçmeye başlıor tabiki. Buz taşıyıcı, hintli adam, tek bacaklı adam... hepsi masalın birer kahramanı oluyor. Bu ikilinin sevdikleri iyi adam, sevmedikleri/ korktukları kötü adam oluyor. Anlatıcı Roy olunca onun ruh haline göre seyri değişiyor masalın ama Alexanria her şeyi yapıyor (mutlu sonla) bitmesi için masalın, gerekirse yalan söylüyor, gerekirse hırsızlık yapıyor ve amacına ulaşıyor.



Biraz klişe olacak ama tam anlamıyla bir görsel şölen sunmuş bize Tarsem. Mükemmeliyetçilik bu olsa gerek. Çekim yapılan mekanları bize sunma tarzı, geçiş sahneleri büyük bir yaratıcılık eseri. Her bir saniyesi fotoğraf niteliğinde. Görselliğe sırtını dayayıp, diğer şeyleri unutmamış yönetmen. Senaryo, müzikler... her şeyiyle tam bir film olmuş. İki ayrı dünya anlatmaya başlayıp yavaş yavaş bu ikisini bir yapmak zor ve tehlikeli bir iş ama doğru yapılıncada tadından yenmiyor örnekte görüldüğü gibi. Her şeyin bu kadar kusursuz olduğu bir dünyada oyuncularda hiç sorun çıkarmamaış Tarsem'e. Lee Pace (Roy) ve özellikle Catinca Untaru (Alexandria) inanılmaz doğal oynamışlar. Yarım yamalak ingilizcesi, aksanı, tombiş yanakları ve o güzelim gülüşünün onu sevmemize yeteceği aşikar ama duruşuyla, bakışıyla kısacası her şeyiyle onu oyuncu olarakta sevmemek elde değil. Zaten güzel olan filmi bambaşka bir seviyeye çıkarmış. Lee Pace'inde hakkını yememek lazım tabi, sonuçta karşısındaki küçüçük bir kız ve onu bu kadar rahat ettirmese onunda bu kadar başarılı olacağını sanmıyorum. Kameralar yokmuş gibi sohbet ettikleri sahneler, filmin unutulmazları arasına girdi bence. Filmler vardır canın sıkıldıkça açar izlersin, birisi film önermeni istediğinde ilk olarak onları söylersin ve birisi o filmi beğenince, dünyalar senin olur, işte 'The Fall' benim için o filmlerden birisi.



KONUK YAZAR: ÖzbeÖz
http://ozbeoz.blogspot.com/

# Diğer Konuk Yazarlar #

11 serzeniş:

y. dedi ki...

yönetmen daha önce "hücre;the cell" filmiyle etkilemişti beni,onda da aynı estetik düşkünlüğü ve şiirsellik vardı.

seçil dedi ki...

Dört dörtlük bir filmdi.Yerime mıhlandım,dünyadan soyutlandım o derece...

Travis dedi ki...

yazıyı senden beklemiştim hacito, konuktan geldi..
o da güzel, eline sağlık öz..

Adsız dedi ki...

filmdeki romen kıza aşık oldum izlerken; tarsem singh'in inanılmaz bir görsel zevki var; filme sinematografi kısmını bir öğe olarak dahil eden ender isimlerden biri. yazı da bu harika filmi çok iyi anlatmış, elinize sağlık :))

Porco Rosso dedi ki...

"Biraz klişe olacak ama tam anlamıyla bir görsel şölen sunmuş bize Tarsem" demişsin ya az bile demişsin. geçen sene izledim bu filmi ve bir çok insana önerdim. çok nadiren film tavsiyesi yaparım.
ama ana akımdan uzaklaşarak bu kadar genel geçer bir masal anlatmak herkesin harcı değil. benim gözümde en şiirsel filmler sıralaması olsa ilk 3'tedir valla.

öz dedi ki...

teşekkürler yorumlarınız için. Mavi şehir harika yahu, gidip görmek gerek

pospolen dedi ki...

Alexenderia: Why are you making everbody die?
Roy: Because everthing dies...

Rönesans Casusları dedi ki...

Sevimli bir hikaye olmakla birlikte, izlerken başka birşeyle ilgilenilemeyeceği garantisi verilebilir. Her sahne fotoğraf karesi şeklinde, etkileyici. İzleyin bi' kaç kez izleyin. Sonra bi' daha izleyin.

mokssha dedi ki...

tarzıyla benzer filmlerden kolaylıkla ayrılabiliyor. tablo gibi işlenmişti her sahne, renklerin canlılığı bile bize bunun masaldan başka bir şey olamayacağını ima eder gibiydi. film bittikten sonra etkisinde kalmıştım uzunca bir süre...

pecuchet dedi ki...

çok faşistçe gelebilir lakin; büyüklere masallar nanesi artık bitsin ya...

l b dedi ki...

hayatımın filmi diyebilirim. 'büyükler için masal' tarzında olsa da, bu kadar güzel masala sadece şapka çıkartılır.