Zihin Döngüsünün Işıksız Koridorları


Bilinen haliyle bir yaşamı gözlemlemek, elde edilen sanrılarla yeniden bir hayat kurmak gibidir. Her güne uyandığınızda bulanık bir açılımın peşinde koşmaya başlayacağınız ne kadar kesinse, aynı günün sonunda bir dahaki sabahın bulanıklıklarını da hatıranızda arayacağınız o denli kesindir. Sebebi aramak, içsel yolculuğun herhangi bir noktasında örülmüş günleri ortasından başa doğru, oradan da son olduğunu varsaydığımız asıl gerçekliğin katıksız başlama noktasına geri çeker. Oysa dönüp baktığınızda geçmişte aradığınız geleceğinize, hala ortasında olduğunuzu kavramanız mantıksal açıklamaları birer birer belleğinizden silecektir. Bir başka gerçeklikte, farklı insanların da ayrı yaşamları olduğunu düşünmek istemezsiniz, büyük bir resim tasvirinin altında ilk sayfa sonsözü, son sayfa ise önsözü kapsarken fazlasıyla ciddiye aldığınız yankılanır anılarınızda.



“Kumu fazlasıyla abartıyorlar, altı üstü küçücük taşlar.”

Joel


Yaşam anıların bir gölgesi gibi dururken, zihnin kıvrımlı koridorları ölümü ve doğumu bir çatı altına alabilir, başladığı an biten bir yaşam veyahut anıldığı vakit silinmeye yaklaşan bir hatıra gibi. Günü geldiği zaman vazgeçilmesi zorunlu gözüken bir oyuncak misali, acının doğal bir sonucu olan ilişkinin de bugüne gelmesini sağlayan unuttuğumuzu sandıklarımız mıdır? Kaçmak isteğinin yoğunluğu onu isteyenler tarafından değil bomboş olduğu farz edilen bir bütünün garip ikilemiyle geçmişi ileriki zamandan bugüne getirir. Zihnimizde yaşadığımız, herkesin sınırladığı küçük bir alanda boğulmaya başlamışken en yüksek karmaşanın değersizliğinde herkes yitirilir, kartopu misali bütünlüğünü yitirirken avuçlarımızın çukurundan – özellikle belleğimizin kıvrımlarından, kayıp gider. Artık bir zamanın et ve kemik birleşimi, yerini hatıraların çürümesinde sadece kemiğe bırakır, hatırlamak çabadan kaynaklanan küçük bir karabasan olur.

“Canlılık ister yaşayan insan, mekanik yasalara boyun eğmez, kuşkucudur! Bir ölü kokusu bile olsa burada, kauçuktan da yapılabilir aynı şey. Canlı olmayan, iradesiz, başkaldırmayan bir köle…”

Suç ve Ceza


Peki, iradesizliği seçenler kendimiz isek, o zaman bir sisin gerisinde bırakmak istediğimiz yaşam nereye ait olabilirdi? Zorlanmanın verdiği aldırmazlık ve unutulmanın intikamsal bir mücadelede birleştirilmesi hataların haklılıklarını doğrulamayacağı gibi, Joel var olduğu kişiyi bir kısmıyla inkâr ederken sildirilmeye zorlanan bir geçmişte aramasını kısaca “Dejavu” diyerek tanımlar. Film, Alexander Pope’un “Eloisa To Abelard” adlı şiirinden ilham alınarak adlandırılırken, şiirde Abelard’ın kaçınılmaz sonu olarak kitaplarının yakılması bu noktada hem Joel hem de izleyicilere bir “Dejavu” olgusunu hatırlatır, Joel’in anıları da Abelard’ın destek noktası olan kitapları gibi yok olmaya yüz tutmuştur.


“Ne mutludur suçsuz bakirenin dostları!
Unutulan dünyadan, dünya unuturken
Lekesiz zihnin sonsuz ışığını!
Her dua kabul olunmuş ve her istek bırakılmış.”


Tavırsız bir hareketin sonucunda Joel, unutmanın ve sanrının bittiği sınırsızlıkta, silinmesini beklediklerinin tekrar beraberinde yaşamak istedikleri olduğunu kavrar. Gerçek, bugün, geçmiş ve yaşanılması gerekli olanlar birbiri ardına kovalanır. Varlık ve yokluk, sanrısızlığın ötesinde kaybolur. Tüm anılar geçmişten geldiğini sandıklarımızı bugüne yansıtırken şimdiden gelecekte olduğunu nereden bilebiliriz, “Yemek yiyen ölüler miyiz?” diye sorarken Joel. Yaşanmamışlık bir uyuşturucu etkisiyle anıları yok etmeyi sürdürürken, Clementine pişmanlığını Joel’in hafızasında telafi etmeye çalışır. “Birçok erkek benim bir kavram olduğumu ya da onları bütünlediğimi sanırlar” derken Clementine da aynı paradoksun izlerinde tekrarlar bakışlarını.

“Başkalarının hayatına duyulan özlem. Dışarıdan bakınca, başkalarının hayatı bir bütün oluşturur. Oysa içten bakıldığında kendi hayatımız dağılmış gibi durur. Yine bir bütünlük yanılsamasının ardından koşuyoruz.”

Albert Camus



Tek ve tümü oluşturan her bir tekin döngüsel çekiminde Joel, Freudsal bir yaklaşımla silinmeye yakın tüm hatıralarını çocukluğunun utançlarında gizlemeye çalışır. Clementine’dan yükselen bir cümle olması gerekeni açığa çıkarır: “Beni utancına sakla”. Bir kuşun ölümünde ya da kendini fiziksel tatmin safhasında mahremine açılan bir kapı ile Joel yitirilmeye yüz tutmuş olduklarını ironi çemberinde örter. Clementine ise bu olguyu çocukluğuna ait bir anısında olağan bütün gerçekliğiyle yansıtır. Çocukken en sevdiği bebeğinin en çirkin bebek olduğunu ve adının “Clementine” olduğunu anlatır. “O’na çirkin olamazsın, güzel ol, diye bağırırdım. Sanki O’nu değiştirebilsem kendimi değiştirebilecekmişim gibi.” Bu noktada Nietzsche’nin film repliklerinde de yankılanan sözleri, unutmayı bir hastalıktan bir ihtiyaca dönüştürmüş, yanlışlarının yeni bir günle silindiği yeni bir değersizlik akımına mensup post-modern insanları zihinlere getirir.



“Unutkanlar şanslıdır çünkü hatalarının acısını çekmezler. ”

F.W. Nietzsche



Bembeyaz bir kütüphane imgesi ve yıkılan bir sahnesi hem pişmanlığın sınırını hem de sıfır başlangıcının rahatlama noktasını sunar. Gerçekliğin bizlere yansıttığı bir sanrı oyunudur sırrı olan mutlu biri gibi. Bilinmesi imkânsız bir yaşanmışlık, bilinen her şey aniden değişip sadeleşen kişilikler ekseninde karmaşıklıklarını yitirir. Varacağımız yaşamların verdiklerini biz bilsek de mi yaşamazdık yoksa sandıklarımızın sona yaklaştığını hissettiğimiz için mi göz ardı edebilirdik bütün bunları sorusu sonu kapsar.


“Temiz bir hayat ister misiniz? Herkes gibi siz de, “evet” dersiniz. Nasıl “hayır” denir? “Pekiyi, derler, sizi temizleyeceğiz. İşte size bir iş, bir aile, düzenli eğlenceler.” Ve minicik dişler etinizi kemirmeye başlar, kemiğinize dek. Ama haksızlık etmeyeyim. Onların düzeni demek doğru değil. Bizim düzenimiz bu. Kim kimi temizlerse”.

Albert Camus



KONUK YAZAR: Doğu Dost Onural

http://saykodeliya.blogspot.com/

# Diğer Konuk Yazarlar #

3 serzeniş:

Damlo dedi ki...

şiir gibi olmuş.

Eliza Doolittle dedi ki...

Gercekten siir gibi olmus!
Film de oyleydi zaten...Insani bogazinda bir yumru, saat kac olursa olsun bir kadeh kirmizi sarap esliginde kimseyle konusmadan duvara bakarak filmi ozumseme istegi uyandiran filmlerdendi...

pecuchet dedi ki...

bazı filmler vardır; gerçek manada "yolda umursamazca yürürken aniden ceyeran eden kavgadan huzursuzluk duymak" ya da "yolda umursamazca yürürken aniden iki arabanın birbirine çarpması" gibidir. esotsm da öyle bi film. daha ötesi değil. hissiyatla alakalı.