Biraz eskilerde kaldı ama Nuri Bilge Ceylan'ın Uzak filmi, belki de insanın her yaşında, her döneminde tekrar izlemesi, dönüp dönüp tekrar bakması gereken bir film. Bir kez izlendiğinde bunalım filmi olduğunu düşündüren belki, ama sonra izlendiğinde insana umutlar verebilen, hangi yaş, hangi dönem, hangi mevsim, haftanın hangi günü izlendiği önemli bir etken olan bir film.

Yusuf rolünde, Nuri Bilge Ceylan'ın kuzeni Emin Toprak, 2003 Cannes Film Festivali'nde törenden sadece birkaç ay önce bir trafik kazasında hayatını kaybettiği için göremedi en iyi erkek oyuncu ödülüne layık görüldüğünü. Yusuf'un trajedisi bir anlamda Emin Toprak'ın hayatına da mı yansıdı bilinmez. Nuri Bilge Ceylan ise Cannes Juri Büyük Ödülü'nü kendi elleriyle aldı Uzak ile ve daha bir çok ödül layık görüldü bu filme. Ödüller mi kriterdir bir filme tartışılır. Bir filmin ödülü, herkes için ona ne layık görüyorsa odur aslında ve az önce söylediğim gibi günün her saatinde bile bambaşka ödüller verebilir bir kişi bu filme. Daha birkaç hafta önce Nuri Bilge Ceylan, Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülü'ne layık görüldü. Yine dediğim gibi, ödüller sizin için ne kadar önemlidir bilmem ama Nuri Bilge Ceylan twitter sayfasında "Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülümutluluğu" dediğine göre buna sevinmiş olmalı.

Mahmut ve Yusuf. Kendi dünyalarını başkalarınınkine açmaya ya da bazen kapamaya çalışan, bazen uzak duran, bazen de yakın durmayı beceremeyen iki kişi. İzlediğimiz iki dünya, iç içe geçen ama bir türlü birbirine uymayan, ama aslında zaten başka hiç bir dünyaya uyamayan iki dünya. Başkalarına karışmak istemediklerinde ister istemez birileriyle karşılaşan ve çatışan, karışmak istediklerinde bir türlü ne kendilerini ne başkalarını kendilerine uyduramayan, savaşan, uğraşan, ya da kaçan, saklanan, gizlenen insanlar.

İstanbul, Cihangir, Kazancı, Fındıklı, İstiklal. Cihangir'in kalabalık, içe içe girip birbirinden gizlenen ama kaçamak bakışlarla denizi gözleyen evleri bu film için seçilmiş kusursuz ortamı oluşturuyorlar. Bunu en iyi Nuri Bilge Ceylan hissetmiş ve bilmiş olsa gerek, ne de olsa filmin çekildiği Mahmut'un mahremi rolüne bürünen ev Nuri Bilge Ceylan Cihangir'deki kendi evi.
Figüran hissi veren diğer karakterler. Kısacık sahnelerinde dünyalarını neredeyse tümüyle görebilmemiz mümkün aslında. Hepsinin sınırları arkasında gizlenişlerini, hepsinin apayrı bir dünya oluşunu ve diğer dünyalara korkarak girip sonra hemen ortadan kayboluşlarını Ceylan'ın ustalığına vermek lazım. Bu karakterlere figüran demek oldukça güç.
Yusuf'un Mahmut'un evine misafir olarak girişi, Mahmut'un mahremiyetine adım atışı çatışmaları başlatan nokta oluyor. Ama ikisi için de bu çatışma hayatlarının ilk ve yegane çatışmaları değil. Halihazırda mevcut çatışmalarına birtanesi daha ekleniyor sadece ve biz buradan itibaren konuk oluyoruz. Mevcut çatışmalarını hissetmemek de mümkün değil, onları da öğreniyoruz zamanla.


Belki birisi mahremiyetini umursamıyor ve herkesi almak istiyor dünyasına ve diğeri tüm kapılarını kapatıyor, saklanıyor, çöküyor karanlık bir köşesine evinin ki pencerelerinden kimse görmesin onun orada olduğunu. Her zaman saklanıyoruz. Dost canlısı ve herkesle iyi anlaşıyor gibi görünmeye çalışsak da saklanıyoruz. Her zaman da başkalarını istiyoruz. Ne kadar gizlensek ve çitler çeksek de mahremiyetimizin etrafına, çok istiyoruz aslında birileri gelip atlasın o çitlerin üstünden diye. Dikenli teller çekiyoruz belki ama bir yerlerinde bir kusur, bir boşluk bırakıyoruz ve sonra bekliyoruz, birisi gelsin oradan girsin diye. Belki de bilerek yapıyoruz bunu. Çitler gizlesin ki, o buldukları boşluktan görebildikleri daha fazla merak uyandırsın istiyoruz.

Yusuf oluyoruz bazen. İstiyoruz ki, birbirine karışsın dünyalarımız başkalarınınkiyle. Peşinden koşuyoruz sokakta gördüğümüz her insanın. Her bir bakıştan, her bir tebessümden medet umuyoruz, alevleniyor içimizde o köprü aşkı. Göz göze aşklar yaşıyoruz. Biz yaşıyoruz, başkaları yaşamasa da o bakışlardaki aşkı, biz yaşıyoruz. Hor görülüyoruz. Başkaları görmese de içimizdeki bembeyaz bulutları, görüyorlar sanıyoruz. Dışardan nasıl göründüğümüzü bilmiyoruz, olduğumuz gibi sanıyoruz. Görebiliyorlarsa niye gelmiyorlar diye ağlıyoruz. Kendimizi uyduramıyoruz kimse'ye, kimse ise bizi bir türlü sevmiyor, kimse kendi dünyasında kalıyor hep, bizim dünyamıza ya hiç gelmiyor ya gelmekten korkuyor ya da çoktan başkasının dünyasına karıştırmış oluyor dünyasını. O kimse'den kaçmak istiyoruz sonra. Ufukta arıyoruz ümidimizi, kaçıp gitmek istiyoruz. Hayallerimize sığınıyoruz, ufak ya da büyük. Gidildiğinde dönülmeyecek yerler istiyoruz ya da döndüğümüzde her şeyi değiştirecek yerlere gitmek istiyoruz. Korkuyoruz, çünkü biliyoruz aslında ne gitmek, ne döndüğünde bulacağımız dünya yine de bizi hiç kimseye karıştıramayacak. Apaçık durduğumuz zamanlara üzülüyoruz çünkü ne zaman Mahmut'a ya da sokakta gördüğümüz birisine sarılmak istesek, kucaklamaya çalışsak, onlardan tokat yiyoruz. Kollarımız açık kalıveriyoruz sonra, yine kendi dünyamızda yalnız. Böyle böyle yaralar artıyor içimizde, gözlerimiz buğulanıyor. Uymaya çalışıyoruz sonra, kendimizi değiştirmeye çalışıyoruz, onlar olmaya çalışıyoruz ki belki o zaman bizi alırlar dünyalarına. Ancak bu da mümkün olmuyor,
kendimizden kaçamıyoruz.


Mahmut oluyoruz sonra. Pes ediyoruz. Kendimize bir dünya kuruyoruz. Ne şevkleri şevk olarak kalmış, ne aşkları aşk, ne üzüntüleri üzüntü. Her şeyden kaçıyoruz. Mahremiyet diyoruz, budur mühim olan. Kendi mahremiyetimizde kurduğumuz dünya bizim için hayattaki tek kıymetli varlıktır ve oraya kimse girmemelidir. Sinirleniyoruz birisi oraya adım atmaya çalıştığında. Öfkeleniyoruz, kuduruyoruz, kıskanıyoruz. Ama bir şeyler kavruluyor sanki içimizde, onu çözemiyoruz bir türlü, nedir eksik bu mahremiyette. Bu benimse, benimle tam değil mi zaten, niye eksik sanki bir şeyler, bilmiyoruz. Geride bırakıveriyoruz her şeyi kolayca. Eşi, sevgiliyi, arkadaşları, hayalleri, düşleri, hedefleri, hepsi birer "ruh konuşması" olarak kalıyor geride. Sanıyoruz ki artık hayat budur. Bu bulduklarımız, aslında bunlardı istediklerimiz eskiden beri. Bunların hayalini kurardık, yorulmuştuk ya hani o bütün kalabalıktan. Yıllar süren işkenceden yorulmuştuk, şimdi asıl istediğimiz hayalimize dönüyoruz. Sahte aşklar yaşıyoruz, kupkuru tatsız sevişmeler. Hayalimizde yaşadığımızı sanıyoruz. Hayallerimizin peşinden koştuğumuzu sanıyoruz, ta ki asıl gerçek hayallerimizi terkettiğimizi, hayal sandıklarımızın safsatadan ibaret olduklarını farkedene kadar, olmak istediğimiz kişiden bizi çok uzaklaştırdığını farkedene kadar. Farkettiğimiz, bırakılan eşin başkasıyla mutluluğu, arkadaşların bambaşka dünyaları ve devam eden aşkları, hedeflerimizden sapıp küfrettiğimiz maddelerin müptelası oluşumuz, eskiden kime hakaret ettiysek şimdi onlara dönüşmüşlüğümüz, yorulmuşluk, yavanlık, kupkuru, soğuk, damakta sevimsiz bir tad hepsi elde ettiklerimizin. Pişman oluyoruz belki, içimiz burkuluyor. Koşmak istiyoruz geri gitmek istiyoruz onca yolu. Yusuf'a sarılmak istiyoruz, hor görüşümüzden pişman oluyoruz ama bakıyoruz ki Yusuf gitmiş. Aşkı yaşadığımız eşe dönmek istiyoruz ki, o eş hiç dönmeyecek şekilde kaybolup gitmiş. Hatta sonra kuru tatsız sevişmeleri bile paylaştıklarımızın başka hayatlara kaçtığını öğreniyoruz. Elimizde yine sadece mahremiyetimiz, bir de Yusuf'un unuttuğu, önce hor gördüğümüz, şimdi ise şevkle içeceğimiz bir sigara kalmış.

Bakıyor kalıyoruz sonra kendimiz sandığımız şehrimize. Ordan bir ümit, bir vapur düdüğü, bir martı, yüzümüzü acıtarak ama şefkatle yalayacak bir rüzgar bekliyoruz. Bekliyoruz ki gelsin ve bize desin; tamam sen busun, bu senin dünyan ve sen böyle olmaya mahkumsun. Mahkumiyetten öte, sen aslında böyle mutlusun. Böyle olmalısın, pişman da olsan, böyle kalmalısın. Bazen biraz içimiz sızlıyor belki ince ince, yavaştan kırmızalaşan taze yara gibi. Ama ne olursa olsun, uzak duruyoruz. Herkese her şeye, gelmek isteyenlere ve gidenlere, ve gitmek istediklerimize bile uzak duruyoruz. Kendimizi böyle koruyoruz. Mahremiyet namusumuz, yalnızlıksa kederimiz. Pişmanlık mı, gelir geçer onlar yakarsın bir sigarayla küllenir gider.

Böyle dedi Ceylan, en azından bana böyle dedi. Hissettim ki bugün çok Mahmut'um ya da çok Yusuf, bilmiyorum. Bildiğim tek şey vardır ki, uzak her yer bana.

KONUK YAZAR: Alper Kemal Koç

4 serzeniş:

noraashira dedi ki...

Bazı filmleri insanlar ayönetmenlerini bildirmeden izlettirsen ve yorum yapmalarını sorsan, kesinlikle yönetmeni bilerek yaptıkları yorumdan farklı yorumlar gelecektir, mesela uzak x bir yönetmenin olsa kesinlikle sıkıcı, boğucu bir film der herkes, ama Ceylan söz konusu olunca insanlar illa da anlam yüklemeye çalışıyor. Benim için Uzak sıkıcı bir filmden başka hiçbirşey değildir. Sadece fotograf çeksin bu adam mümkünse.

Adsız dedi ki...

uzak, ilk izlediğimde aynen noranıngemisi gibi düşünmeme neden olmuştu. ancak daha sonra izlemeyi tekrar denediğimde biraz daha yaklaştığım, dikenli tellerimi atlayıp yanıma gelebilmiş tek kişiyi bahçemden kaçırmış olduğum şu günlerde bu yazıyı okuyup tekrar izlediğimde ise bambaşka şekilde etkilendiğim bir film. sıkıntılı bir film, boğucu bir film evet; ama kapkaranlık yalnız olduğunda insan, bu durumdaki tek kişi olmadığını düşündürmesi bile umut veriyor insana.

burcupc dedi ki...

İsmet Özel der ki
Uzak nedir?
Kendinin bile ücrasında yaşayan benim için
gidecek yer ne kadar uzak olabilir?

lorelai dedi ki...

çok yalnız bir film.insanı kendi yalnızlığına çekiyor...